Bilimsel Devrimin elbette birçok veçhesi var. İlgilendiğimiz konu bağlamındaki önemi ise yeni bir toplumsal tabakanın doğuşunun miladı olmasıdır. Tarih boyunca insanlar kendilerini çeşitli kimlikleriyle tanımladılar. Ait oldukları toplumsal sınıflarıyla, uluslarıyla, dinleriyle v.s. İşte 17. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde kendilerini başka bir aidiyet üzerinden tanımlayan bir toplumsal tabaka oluşmaya başladı. Bu tabakanın kendini tanımladığı alan –sözcüğün bütün çetrefilliğine rağmen- bilimdi.

Bu dönemde Avrupa’nın büyük kentlerinde bilim dernekleri kuruldu. Bunların ilki ve en önemlisi Londra’da 1662 tarihinde kurulan Royal Society idi (Hafızaya güvenerek yazı yazmanın zararları: İlk yazıda 1689 olarak verdiğim tarih buydu!). Bilim, yeni bir felsefi alan olarak kraliyetlerden ve dinden özerkleşmekle kalmıyor, ilk kez toplumsallaşıyordu da... Bilim insanının (o dönemde elbette “bilim adamı”! Bilim kadınlarının durumu ise ayrı bir yazı konusu olabilir) modern anlamıyla rolü 1662’de başlamıştı.

1662’yle birlikte çok önemli başka bir şey daha oldu: Bilim, enternasyonal bir ses kazandı. Avrupa’nın büyük kentlerinde düzenlenen bilimsel toplantılar, konferanslar ve bunlara katılmak için bir kentten diğerine sürekli yolculuk halinde olan bilim insanları, kitap alım satımları, bilim insanlarının aralarındaki yazışmalar yeni bir toplumsal grubun doğuşunu da müjdeliyordu. Kendi kimliğini esas olarak sınıfıyla, ulusuyla veya diniyle değil; bilimsel faaliyetle tanımlayan kozmopolit bir grup…

Buraya kadar söylenenlere karşı olası itirazları tahmin ediyorum. Tartışmayı derinleştirmeksizin, fakat özerk bir bilimsel alanın ve bu alanla uğraşan ayrı bir epistemik cemaatin doğuşunu, başka bir düzeye indirgeyerek (siyaset, ekonomi v.s) açıklama eğiliminde olanlar için bir hatırlatma yapmayı da ihmal etmeden devam edeyim: 17. yüzyılın son çeyreğinden itibaren bilim, toplumsal bir kurum olarak inanılmaz bir özerklik ve devamlılık kazanmıştır. Bu dönemden sonra özerk bir kurum olarak bilimin sergilediği bu devamlılık bile başlı başına indirgemeci olmayan bir analizi zorunlu kılar. Olgu şudur: Bu dönemden başlayarak günümüze kadar bilimsel faaliyet, mutlakiyetçi devletlerin müdahalelerinden veya karşı-devrimcilerin saldırılarından göreli olarak muaf kalmayı başarmıştır.

17. yüzyılın getirdiği en büyük yenilik ise şuydu: Ampirik veya matematik ölçütlerle değerlendirilmesi gereken bu yeni uğraş alanı, ayrı bir entelektüel alan olarak değerlendirilmeli ve kariyerlerini bu alanda sürdürmek isteyenlerin performanslarını değerlendirecek ayrı bir kurumsal yapı oluşturulmalıdır. İşte Royal Society tarafından düzenli olarak basılmaya başlanan Philosophical Transactions dergisinde yayınlanmaya değer görünen makaleleri saptamak için oluşturulan ilk jürinin önemi tam da burada yatıyordu. Bu ve bunu takip eden bilimsel dergilerin basılması ve her dergi için anonim jürilerin oluşturulması gerçek bir bilimsel kozmopolitanlığın ortaya çıkışının temel belirleyicileriydi. Bu noktadan sonra, bir makalenin basılıp basılmayacağının ölçütü, o makalede söylenenlerin “milli çıkarlara” veya “dinin çıkarlarına” ne derece uygun olup olmadığıyla değil, kozmpolit jürinin vereceği “akran/meslektaş değerlendirmeleriyle belirlenecekti.

Her kültür gibi akademik kültür de petrol yatağı gibidir; kolay oluşmaz. Çeşitli koşulların uzun yıllar boyunca bir araya gelmesi gerekir. Burada sadece bir iki satırbaşını verdiğimiz 400 yıla yaklaşan bir tarihin oluşturduğu bir kültürdür, akademik kültür. 

Üniversitede akademik liyakat meselesi üzerine konuşurken, 1850’lerden beri kurmaya çalıştığı tek üniversiteyi ancak 1900 yılında ve çok büyük eksikliklerle açabilen bir ülkede konuştuğumuzu unutmamalıyız. Akran değerlendirme kültürünün –özellikle siyasi mülahazaların ister istemez devrede olduğu sosyal bilimlerde- yerleşebilmesi için bu tarih hiç de yeterli bir tarih değildir.

Akran değerlendirmesinin anlamlı sonuçlar verebilmesi için en önemli koşul anonimliktir. Makaleyi değerlendirenlerin, makale sahibini tanımamaları gerekir. Anonimlik meselesi, tahminlerin ötesinde önemlidir. Yıllar önce Toplum ve Bilim’de yazdığım “Sosyal Bilimlerde Tartışma Ortamının Kurgulanması ve Tarihsel Sosyolojinin İmkanları” adlı bir makalede Türkiye’de evrensel standartları içinde bilgi üreten sosyal bilimcilerin azlığının nasıl da büyük bir mesele olduğunu açımlamaya çalışmıştım. Bu meselenin hala gereği kadar kavranmadığını düşünüyorum.

Sayının az olduğu durumlarda anonimlik ortadan kalkar; herkes herkesi tanır. İktidar ilişkileri çok yoğun yaşanır. Öte yandan, beşeri bilimlerde hakikate ulaşmanın tek yolu meslektaşlar arası gerçekleşecek bilimsel tartışmalardır. Kamunun önünde, meslek dergilerinde, panellerde, sempozyumlarda gerçekleşecek tartışmalar… Yalçın Küçük’ün çok eskiden söyleyip bizzat kendisinin yanlış anladığı üzere “bilim kavgayla gelişir”. Tam da bu nedenle, tabulardan arınmış, özgür bir kamusal alan, bir sosyal bilimci için siyasi bir hedef olmanın ötesinde, mesleğini layıkıyla icra edebilmesinin biricik koşuludur. 

Size bir örnek vereyim: Yıl 1955… Eric Hobsbawm 17. Yüzyılın Genel Krizi ile ilgili birbirinin peşi sıra iki makale yayınlar. O tarihten bu yana, dünyada tarihçiler bu yüzyılda kriz var mıydı; yok muydu? Varsa, bu kriz iktisadi bir kriz miydi; yoksa politik bir kriz miydi diye hala tartışıyorlar. Hala o köşetaşı makaleye referanslar veriyorlar, onu destekliyorlar veya eleştiriyorlar. Hala, yapılan tartışmaların bir araya getirilmesiyle oluşan kitaplar yayınlanmaya devam ediyor. İşte sosyal bilimler böyle gelişir.

Siz Türkiye’nin herhangi bir döneminde sosyal bilimlerde buna benzer kolektif bir tartışma konusu hatırlıyor musunuz? Ben iki tane hatırlıyorum. O önemli istisnalar üzerinden Türkiye’deki genel ahvali çok kısaca verip nihayet bu iki yazı dizisinin sunduğu arka plan üzerinden Mesut Yeğen meselesine gelebilirim. Dolambaçlı bir yol izleyeceğimi söylemiştim!