24 Nisan Ermeni soykırımı mağdurlarını anma günü yaklaşıyor. Yine egemenler ve saray soytarıları, güdümlü kalemler, resmi ideolojinin zehrini akıtmaya devam edecekler.

27 Ocak en büyük Nazi kampı Auschwitz-Birkenau ölüm kampının Nazilerden kurtarılışının yıldönümüydü. 28-29 Ocak’ta da Berlin’de Ermeni Ulusal Kongresinin çabasıyla soykırımla yüzleşmek ve hakikat hakkı ile ilgili enternasyonal bir toplantı yapıldı. Toplantıya Lübnan milletvekilleri, Güney Kürdistan milletvekilleri, Ermenistan milletvekilleri, HDP milletvekilleri ve Türkiye’den birkaç arkadaş biz de sunumcu olarak katıldık. Ayrıca sunumcular arasında Pontus Rum temsilcileri, Süryani toplumundan temsilciler, Alevi kurumlarından temsilciler ve dünyanın birçok ülkesinden hukukçular ve siyaset bilimcileri de vardı.

Ben sunumumda Ortadoğu’da özel olarak da coğrafyamızda; devletin soykırımı ve insanlığa karşı suçlarıyla yüzleşmenin; Latin Amerika’daki, Avrupa’daki, Avustralya’daki kadar kolay olmadığını nedenleriyle anlatmaya dolayısıyla bunun için insan haklarını savunucularının, özgürlükçülerin çok çaba sarf etmesi gerektiğini, bunun için de belli bir zaman birimine ihtiyaç olduğunu anlattım. Coğrafyamızda yüzleşme neden zor sorusunun yanıtına geçmeden önce insan hakları hukukunda yüzleşmenin, özür dilemenin ve hakikat hakkının önemine ilişkin kısaca birkaç temel noktaya vurgu yapalım.

1980’lerden sonra özellikle 1990’dan itibaren geçmişle hesaplaşmada evrenselleşmeye doğru göreli de olsa bir gelişme başladı. Dikkat edilirse bu süreç devletler hukukundan, dünya vatandaşlığı hukukuna geçişe paralel gelişti. Giderek insan hakları hukukunda özür dileme ulusal üstü bir ahlak olarak benimsendi. (Ben etik demeyi tercih ediyorum)

Resmi özür beyanı Şili, Almanya, ABD, İngiltere, Bulgaristan, Avustralya ve Sırbistan’da görüldü. Giderek soykırımlarla ilgili ortak Avrupa hafızasını yaratmak bir hedef olarak ortaya kondu. Bu noktada içselleştirme 1960’lardan itibaren özellikle Almanya’da belli mesafeler aldı. Almanya Holokost katliamının sadece Yahudi soykırımı olmadığını aynı zamanda Roman (Çingene) soykırımı da olduğunu 1991’de tanıdı. Ne var ki diğer Avrupa ülkeleri hala bu konuda direniyorlar. Almanya yakın geçmişte Ermeni soykırımındaki rolünü de kabul etti. Japonya’da ise hala Türkiye’de olduğu gibi unutma, unutturma ve bastırma, inkar politikası devam ediyor.

Geçmişle yüzleşme bir adalet ve özgürlük sorunudur. Geçmişle hesaplaşma bireysel kamusal kimliğin temel kaynaklarındandır. Hesaplaşmanın temel şartı; geçmişin saptırmadan adını koyarak işlenmesi ve özgür tartışmadır. Tarihin sadece tarihçilere bırakılması tezi adaletten ve özgürlükten kaçışın bayatlamış tezidir. Resmi ideolojinin kokuşmuş silahıdır. Geçmişe ilişkin tartışmalara asla yasalar ve mahkemeler dahil edilmemelidir. Yasa ve mahkeme korkusu olmadan gerçekler ortaya serilmelidir. Geçmişle hesaplaşma doğrudan geçmişte yaşananlara odaklanan bir tarihsel ilgiden ziyade, geçmişin bugüne yansıyan etkileriyle uğraşmayı ifade eder. Negatif hatırlama çok önemlidir. Negatif hatırlama; düşünülemeyeni düşünmek, telaffuz edilemeyeni telaffuz etmeyi öğrenmek, tasavvur edilemeyeni tasavvur etmeye çalışmaktır.

‘HAKİKAT HAKKI’ ARTIK TEMEL BİR HAK

Geçmişle yüzleşmede; bilme hakkının çok özgün bir türü olan ‘hakikat hakkı’ artık insan hakları hukukunda temel bir hak olarak kabul edilmektedir. Hem bireysel hem de kolektif bir haktır. Hakikat hakkı hem cezasızlıkla mücadelede hem de mağdurların onarım hakkı için büyük önem taşır. Güney Afrika hakikat ve uzlaşma komisyonu dört hakikat tanımı yapıyor; ordusal-adli hakikat (kanıtlara ilişkin yasal veya bilimsel), anlatısal hakikat(mağdur ve tanıkların anlatımı), toplumsal hakikat, onarıcı hakikat.

Soykırım, insanlığa karşı suç, savaş suçları ve barışa karşı işlenen suçların mağdurlarının adaletin yerine getirildiğini bilme hakkı, hakikati bilme hakkı, tazminat ve eski hale getirmeyi talep hakkı, suçların tekrarını önlemek için yeniden düzenlenmiş teminat kurumlarına sahip olma hakkı vardır.

Özgürlük felsefesi ve insan hakları hukuku etiği açısından unutarak değil, unutmadan bağışlamak, insanların uzlaşması için tekrarın önlenmesi açısından geçmişle uzlaşmamak büyük önem taşımaktadır.

Hakikat hakkı; bir siyasal talep ve hak olarak hem hakikat komisyonlarına kaynaklık etmiş, birçok Latin Amerika ülkelerinde (Peru, Arjantin, Kolombiya) anayasalara da girmiştir. Örneğin, Peru anayasa mahkemesi her ne kadar anayasada açıkça düzenlenmemiş olsa da hakikat hakkının hem bireysel hem de kolektif yönüyle devletin insan haklarını koruma yükümlülüğüne ve yargısal korumaya içkin olduğunu ve ölçülü bir hak olarak anayasa tarafından tam olarak korunduğunu kabul etmiştir. Güney Afrika’da da anayasa mahkemesi, hakikatin apartheid rejiminin haksızlıklarından demokrasiye ve anayasal yönetime geçisin ahlaki temeli olduğunu vurgulamıştır. Amerika İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de zorla kaybetme ve faili meçhul cinayetlerle ilgili başvurularda hakikat hakkını, farklı düzeylerle de olsa, devletin etkili soruşturma yükümlülüğü, mağdurların etkili yargısal korunma ve başvuru hakkı çerçevesinde tanımıştır. AİHM Bosna-Hersek’teki kayıplarla ilgili kararında hakikat hakkının yaşam hakkı kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. “Mağdurların ve onların aileleriyle yakınlarının, kitlesel hak ihlallerine yol açan olayları çevreleyen koşullar hakkında hakikati bilme hakları, yaşama hakkı kadar asli bir öneme sahiptir” demiştir. (AİHM Lejla Fazlic ve diğerleri v. Bosna Hersek No: 66758/09 2014, Paragraf 38.)

Yüzleşme ve hesaplaşma süreçlerinde; adaletin cezalandırıcı olması mı, yoksa onarıcı adalet olması mı gerektiği tartışmasında büyük önem taşımaktadır. Cezalandırıcı adalet yukardan aşağıya işleyen mekanizmadır. Mağdur odaklı değildir. Klasik bir adalet mekanizmasıdır. 1997’den sonra gelişen onarıcı adalet ise mağdur odaklı, aşağıdan yukarıya doğru işleyen toplum temelli bir mekanizmadır. Kuzey İrlanda’da bunun bir türü olan dönüştürücü adalet deneyi yaşanmıştır. Cezalandırıcı adalette failin mağdurlarla muhatabı söz konusu değildir. Oysa onarıcı adalette amaç mağdurları güçlendirmek, özgürleştirmek, öznelere dönüşümlerini sağlamak söz konusudur. Onarıcı adalette fail mağdurlarla muhatap edilerek failin dönüşümü hedeflenir. Hesaplaşma kısmında uluslararası ceza mahkemelerinin çalışmaları da hayli problemlidir. Örneğin Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi Tanzanya’da, eski Yugoslavya uluslararası ceza mahkemesi Lahey’de çalışmıştır. İhlallerin yaşandığı yerlerden dava nakilleri onarıcı adalet açısından sakıncalıdır. Yani fiillerin, mağdurların, faillerin olduğu yerde değil de; faille mağdurun muhataplığını sağlanmadan yapılan yargılamaların; adaletin yalıtılması, çatışmanın çalınması olduğu bir gerçektir. Mağdurun özneleşmesi için bu mekanizmaların suçların işlendiği coğrafyada yargı faaliyeti yapması gerektir.

Yüzleşme, hesaplaşma sürecinde resmi hakikat komisyonlarının kurulması, resmi özür beyanı, maddi manevi zarar tazmini, kolektif hafıza alanları ve müzeler oluşturulması, arşivleme, ulusal hafıza yasaları çıkarılması (İspanya örneğinde olduğu gibi) büyük önem taşımaktadır. Yine bu süreçte yakınlarını kaybedenlerin; yakınlarının bedenine ve mezarına kavuşma talebi, hem hakikat hakkının bir parçası, hem de yaz süreçlerinin tamamlanması anlamına gelmektedir. Bu açıdan cenaze merasimleri de önem taşımaktadır. Her iki tarafında yasa saygı duyması önemlidir. Yas kişilere ve halka bir nevi kimlik katkısı yapmaktadır. Yüzleşme ve hesaplaşma çabaları kuşkusuz insan hakları hukukunda yeni hak taleplerini de gündeme getirmektedir. Etik olarak özür dileme, yasal ikamet hakkı, kalma hakkı gibi. Ayrıca trail of the facts (gerçeklerin peşinden gitme hakkı), ampora hakkı (mağduriyetlerin giderilmesi için başvurulacak bir mekanizmaya ulaşma hakkı) gibi.

Şimdi gelelim en önemli soruya; Ortadoğu’da ve özellikle coğrafyamızda yüzleşme neden diğer coğrafyalara göre zor?

Başta Latin Amerika olmak üzere Avrupa ülkelerinde ve Avustralya da yüzleşmeler genellikle bir devlet suçundan sonra gündeme gelmiştir. Ya askeri darbelerden sonra, ya Holokost’dan sonra, ya savaştan sonra vs. Biz de ise ulusal üstü insan hakları hukukunda kabul edilen bir değil tüm suçlar sarmal olarak tekrar tekrar hepsi yaşanmıştır. Yaşanmaktadır.

Şöyle ki; Ermeni soykırımı, Pontus Rum soykırımı, İstiklal mahkemeleri adaletsizliği, Dersim katliamı, Kürtlere sürekli tenkil-tedip, askeri darbeler, 1934’de Trakya’daki Yahudilere saldırılar düzenlenerek 15 bin Yahudi’nin göçe zorlanması, 1942 Varlık vergisi, 1955 6-7 Eylül Vakası, 1963 İstanbul’dan Rumların kaçırtılması, Süryanilerin ABD’ye göçe zorlanması, Keldani’lerin göçe zorlanması, Sivas katliamı, OHAL süreçleri, özel güvenlik bölgelerindeki insanlığa karşı suç fiilleri, gözaltı kayıpları, sürekli yargısız infazlar vakaları (en son 2017 Amed Newrozunda Kemal Kurkut olayı gibi) sarmal olarak devam etmiştir. Tüm bunlara en son sözde referanduma sunulacak, aslında anti-demokratik bir plebisite sokulacak tek şeflik diktatörlüğünü hedefleyen anayasal değişiklikte olduğu gibi diktatörlük projelerini de eklemek gerekir. Tüm bu sarmallık sadece devlet açısından değil egemen Türk ulusu açısından da inkarcı bir ruhi şekillenme yaratmıştır.

 Analitik olarak coğrafyamızdaki yüzleşme engellerini satırbaşlarıyla şöyle sıralayabiliriz;

a)siyasi sistem, b) hukuk sistemi, c) siyasi kültür, d) egemen siyasi zihniyet, e) kaderci ve rasyonel olmayan yöneteni kutsayan İslamiyet dini, f) hala İttihat ve Terakki zihniyetinden kurtulamayan ana muhalefet partisi CHP (yakın geçmişte soykırımdan bahseden HDP milletvekili Garo Paylan’a 3 oturum meclise katılmama yaptırımına CHP’li milletvekilleri de oy vermişti.).

Tüm bu nedenler yüzleşme ve hesaplaşma açısından coğrafyamızda işimizin hayli zor olduğunu göstermektedir. Ayrıca sosyo-psikolojik ve siyasal psikolojik açıdan şu nedenlerde hesaplaşma açısından aşılması gereken önemli engeller oluşturmaktadır. Şöyle ki;

  1. Yüzleşme yapıldığı takdirde devlete ve şoven milliyetçi kesimlerde suçlu bulunma ve ayıplanma korkusu vardır.
  2. Yüzleşme yapıldığı takdirde devlet cezalandırma korkusu taşımaktadır. Bu korkuyu Avrupa Parlamento’sunun 1987’deki kararı da giderememiştir. Avrupa Parlamentosu 1987’de Ermeni katliamı için soykırım demiştir. Ancak devamında Türkiye’nin sorumlu tutulamayacağını eklemiştir.
  3. Yüzleşmede kaçınmanın altında post-travmatik şok ve geçmiş korkusu da bulunmaktadır. Yüzleşme ve hesaplaşma başladığında resmi tarihin kahramanlar olarak topluma yansıttıklarının birebir katil olduğu ortaya çıkacaktır. Bu korku tüm resmi tarihin alt üst olmasını yaratacaktır. Egemenler ve şoven, milliyetçi kesim resmi tarihin palavralarının ortaya çıkmasından son derece korkmaktadırlar.
  4. Yukarıda da vurguladığımız gibi kahramanların kötü adamlara dönüştürme ikilemi yaratılmasından da egemenler endişe etmektedir. Örneğin; sadece birkaçını vurgulayalım, resmi tarihin kahraman olarak gösterdikleri Topal Osman, Hilmi, Nail beyler, çok önemli üst görevlerde bulunan Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras, Parlamenter Ali Canani gibilerin Ermeni soykırımındaki rolleri ortaya dökülecektir.
  5. Kuşkusuz yüzleşmekten, hesaplaşmaktan kaçınmanın ve korkmanın bir başka nedeni de bu işin sonu nereye varacak korkusudur. Çünkü yukarıda vurguladığımız gibi suç sadece Ermeni soykırımı suçu değildir. Sarmal olarak ulusal üstü insan haklar hukukunun devlet suçu olarak tanımladığı yukarıda da açılımını yaptığımız tüm suçların sürekli yenilenmesi ve devam etmesidir. Bunlardan bir tanesi ile yüzleşildiğinde kuşkusuz tümüyle de yüzleşmek gereği devletin boynunun borcu olacaktır ve olmalıdır da.

24 Nisan’ın yaklaştığı şu günlerde bu sorunları cesaretle tartışmak inkarcılığa hayır demek ve 16 Nisan’da da başkanlık, yarı başkanlık, parlamenter demokrasi rejimleriyle asla ilgisi olmayan plebisite bir diktatörlük projesi olan anayasal değişikliğe “HAYIR” demek insan onuru taşıyan herkesin boynunun borcudur.