Coğrafya derslerinden aşina olduğumuz bir yerdi düne kadar birçoğumuz için, Soma. Yazılı sınavlarda adını, linyit rezervleriyle ve termik santraliyle andığımız ve karşılığında yüksek not beklediğimiz bir sınav sorusu. Basmakalıp soruların, basmakalıp cevaplarından biriydi. Nasılsa ne yolumuz düşerdi, ne de bir tanıdığımız yaşardı. Oysa şimdi, hepimiz Somalıyız, bütün Somalılar yakınımız, ailemiz. Yan yana mezarlara gömülen madenciler, bizim ölülerimiz… Kazılan her işçi mezarını biz, Kürdistan’ın dağ başlarına eşilen ve kimliği belirsiz kahramanların gömüldüğü toplu mezarlardan, Bilge köyünde korucu kurşunuyla can veren masumlardan, Roboski’de parça parça gömülen çocuklardan tanıyoruz. Öldürüldükleri yer birbirinden çok uzak olsa da, katillerinin yarattığı bir akrabalığın tarafıyız şimdi. Aynı celladın kurbanlarıyız, aynı yokluğun taziyesi kuruluyor evlerimizde, aynı yasın ağıtları dilimizde… Suçumuz insan olmak, var olmak, emeğimizin karşılığını yerin yedi kat dibinde aramak, var oluşumuz için dağların kucağında yaşamak. O yüzden Dersimli olduğumuz kadar Somalıyız, Somalı olduğumuz kadar Geverli. Acıya sığınmıyoruz ama acımızın bizi başka birilerine dönüştürdüğünü biliyoruz. Artık ‘hayır’ diyen, ‘böyle gelmiş böyle gitmez’ diyen birilerine.

301… Üç rakamın yan yana gelmesiyle oluşan, bir sayı değil mi böyle yazılınca sadece? Peki 301 ne? 301 taş, 301 ağaç, 301 kalem, 301 ayakkabı? Yanına bir cisim gelince bile ne kadar kalabalık bir çağrışımı var değil mi? Ya yanına insan gelirse: 301 İNSAN? 301 BABA? 301 OĞUL? 301 KARDEŞ? Dün bizim orada, Soma’da 301 yürek para babalarının, kapitalistlerin kâr hırsı yüzünden kavunların bozulmaması için bekletildiği soğuk hava depolarında, yan yana yatıyordu. Bilirsiniz, kavun ne kadar iyi korunursa ve bekletilirse, o kadar güzel kokar, o kadar tadına doyulmaz olur.  Ama dün o depolarda işçi bedeni görünümünde yatan dünyanın en iğrenç kokusuydu, için için çürüyen vahşi kapitalizmden yükseliyordu. Kafalarında baretleri-ayaklarında sarı lastik çizmeleriyle yan yana yatırılan siper yoldaşlarının mis kokan alın terleriyle, hızlandı o çürüme ve bütün dünyaya yayıldı. Sadece koku mu? Hayır. Ses oldu çürüme, hoparlörlerden yükseldi. Her bir ‘ölü işçi’nin adı okunduğunda ve o ad her bir anne feryadıyla birleştiğinde, ‘Mustafaaaam’, ‘Kemaliiim’ nidalarıyla kapitalizm mezar taşına bir adım daha yaklaştı. Hem de yanına adı hükümet olan, adı politikacı olan, adı bürokrat olan bütün emir erlerini alarak.

Çok şey yazılabilir, Türkiye’nin gördüğü en büyük işçi katliamı için. Meclis’e Soma için verilen soru önergeleriyle başlanıp, bir yıl içinde Soma’da yaşanan yüzlerce iş kazasıyla devam edilebilir. Ya da madende çalışmak için AKP’ye üye olma zorunluluğundan, işverenin seçtiği sendika yöneticileri ne menem bir şey denilebilir. Türkiye’nin 19 yıldan beri Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi’ni neden imzalamadığına değinilebilir. Olmadı; işi teftiş yapmak olan müfettişlerin halının altına süpürdüğü onlarca kusurdan da bahsedilebilir. Oy uğruna dağıtılan kömürlerin, kaç işçinin kanının karşılığı olduğu sorulabilir. Diyeceğiz de, bahsedeceğiz, unutturmayacağız, altını kalın kalın çizeceğiz bıkmadan. Halkların, işçilerin, emekçilerin belleğini din simsarlığıyla silenlere, ‘din kardeşliği’ sömürüsüyle oylarını alıp, onları onulmaz bir yoksulluğa mahkûm edenlere inat hatırlamaya-hatırlatmaya devam edeceğiz. Çünkü vicdanlarını ceplerinde taşıyanları düşman bellediğimizden beri, bu bizim ahdimiz. Ta ki o büyük güne, işçiler ‘en şanlı elbisesiyle-işçi tulumuyla’ özgürleşene kadar.  O güne kadar kendisini ‘usta’ belleyenlere tek bir sorumuz var: “Soma ne yana düşer usta?”