Mesele var oluştaysa, değişmesi gereken var oluşunuzu içine sindirmeyenlerdir, siz değil. Son zamanlarda her cenahtan kalem erbabının yazdığı ve adına ‘Alevi sorunu’ dediği şey, aslında budur. Ve en baştan söyleyeyim, yanlış bir tanımlamadır. Çünkü Alevilerin ve Aleviliğin sorun olarak tarif edilmesi, Alevi ana-babadan doğan, Alevi kültürüyle yetişenlerle ilgili değildir; bunun bir realite olduğunu yüzyıllardır anlamayan kafalarla ilgilidir. Dolayısıyla tıpkı ‘Kürt meselesi’ tanımında oluğu gibi, sorun ‘Sünnilik’tir, Sünni İslam anlayışıdır ve onun tek tipleştirici dünya algısıdır.

Bugünden yarına o algının değişmesini beklemek, elbette boş bir hayal. Tersine belli ki, Sünni İslam anlayışı ve onun taraftarları Alevilikle bir arada yaşamayı içine sindirmek bir yana, ‘yeni Türkiye’nin ‘yeni düşman’ı olarak Alevileri seçmiş durumda. Gezi Direnişi’nde katledilen bütün gençlerin Alevi olmasının bir tesadüf olduğuna inanmamak için onlarca sebebimiz var; çoğu da bu memleketin meskun mahalleri olan sebepler hem de: Dersim, Maraş, Çorum, Sivas, Gazi. Ve şimdi de Gülsuyu ile Okmeydanı.

Feyzini Hz. Hüseyin’in mazlumluğundan, Pir Sultan Abdal’ın direnişinden, Seyyid Nesimi’nin ‘enel hak’kından, Hacı Bektaş Veli’nin ‘incinsen de incitme’ felsefesinden ve Mevlana’nın ‘ne olursan ol, gel’ derinliğinden alan Aleviliğin insanlık tarihinin ilk yıllarından bu yana; kimseyle meselesi yok. Ama özüne insanı koyan, özüne doğayı koyan, özüne kadını koyan Alevilik; yüzyıllardır Emevi Sünni inancının ve devamcılarının baş düşmanı olmayı sürdürüyor. Öyle ki; bu topraklar Alevi katliamları için yazılan fermanları da biliyor (Osmanlı tarihi), Alevi komşusunun karnından bebek çıkartacak kadar gözünü kan bürüyenleri de (Maraş), onları diri diri yakıp izleyenleri de (Sivas), mağaralarda ‘fare gibi’ yok edildiklerine dair itirafları da (Dersim).

Katliamlar ve sürgünlerle dolu Anadolu Aleviliği belleğine dair ciltlerce kitaplar yazılmış durumda. ‘Yüzleşelim’ deniliyor ya, Alevi komşusunun elinden ‘mundar’ diye aşure almayan/aldıysa da çöpe attığını cümle arasında söylemekten çekinmeyen ‘çağdaş giysili’ kadınların, Sivas’ta yangına odun taşıyan, Maraş’ta hamile kadın doğrayanlardan farkı yok. Hepiniz Aleviliği çok biliyorsunuz ya; benim için Alevilik, komşu kadının annemin yüzünde yarattığı kırılganlıktır, en çok. İnancın, kültürün, yolun bir annenin yüzünde, onun mimiği haline gelen kırılganlığa dönüşmesidir. Kendisi kadar incitilmesin diye, çocuğuna ‘memleketini söyleme’ diye yapılan sıkı sıkı tembihtir Alevilik. Hani diyorsunuz ya; ‘Biz kim Alevi, kim Sünni bilmezdik eskiden’, bilmezdiniz çünkü biz söyleyemezdik Alevi olduğumuzu. Söylediğimizde ‘kuyruğumuzu’ soracağınızı bilirdik. Es kaza ağzımızdan kaçırdığımızda, ‘babamızla-kardeşimizle’ başka türlü bir ilişki yaşayıp yaşamadığımıza dair merakınıza yenik düşeceğinizi ve sözü ‘İnanmıyorum ama mumsöndünün aslı var mı’ya getireceğinizi de. Hangi Alevinin ömrü, bu yüzyıllar önce yazılan yalanları deşifre etmekle geçmedi ki? Hangi Alevi; sırf sizin gibi namaz kılmıyor, sizin gibi oruç tutmuyor diye kalabalığın içinde fark edilmemeyi, yalnızlaşmayı, hatta silinmeyi göze almadı ki?

Peki siz? Yüzyıllar boyunca sırf kadın-erkek birlikte ibadet ediyoruz diye, ‘eline-beline-diline sadık ol’ diye yaşayanları, kardeş zinasıyla, baba zinasıyla yan yana andınız. Sizi hiç tanımadığınız insanlara düşman olarak yetiştiren, çocukluğunuzda zihninize Kızılbaş fobisini eken anne-babalarınıza yetişkin yaşınıza geldiğinizde ‘niye’ diye sormadınız. Sırf size benzemiyorlar diye elinize silah veren-pala veren-balta veren ve ‘Alevi kanı dökmek sevaptır’ diyen liderlerinize ‘hayır’ demediniz. Bizi ‘yola getirmek’ için köylerimize camiler diktiniz, çocuklarımıza okullarda kendi inancınızın ‘tek doğru’ olduğunu öğretmeye kalktınız. İnancı şekilcilikten azade olan, özü ‘insan sevgisi’ olan Aleviliğin pirlerini hacca göndermeyi, büyük zaferler olarak hanenize işlediniz. ‘Açılım’larınız dahi, bizi kendinize benzetmek içindi, devşirmenizle yaptığınız salon toplantılarında Aleviliği anladığınızı sanmamızı istediniz. Soruyorum size, hiç utanmadınız mı, hiç utanmıyor musunuz?

Güya bizi ‘hoş görüyor’dunuz. Halbuki biz ‘hoş görme’nin anlamını iyi biliriz. Hoş gören; üstten bakar, bahşeder, lütfeder. Ama artık sormak gerekiyor: Siz kimsiniz ki, bizi hoş göreceksiniz, lütfedeceksiniz, bahşedeceksiniz? Yavuz’dan beri elinden Alevi kanı eksilmeyenler, utanmadan bir kanlı katilin adını İstanbul’un orta yerindeki köprüye verenler mi? Çocuklarımızı-kardeşlerimizi güpegündüz keklik gibi avlayıp, katillerini koruyanlar mı? Canlarımızı yakıp, mahkemelerde onları savunarak siyasi ikbal edinenler mi? Siz kimsiniz? Hz. Hüseyin’in yoldaşlarının kesik kafalarına attığınız tekmelerden tanıyoruz biz sizi. Soma’da 1400 yıl sonra aynı tekmeyi attığınız madencidir bizim yoldaşımız, siz değil. Amed’de bir araya gelip İslam’ın demokratik özünde ısrar edenlerdir, yol arkadaşlarımız; cemevlerimizi hedef tahtasına çeviren siz değil.

Eğer gerçekten bir cehennemin varlığına inanıyorsanız; hiç tanımadığı bir ‘can’ın cenazesinde boynundan vurarak katlettiğiniz Uğur Kurt’tur sizi kıldan ince, kılıçtan keskin Sırat Köprüsü’nün girişinde bekleyen. Onun gözlerine iyi bakın ve utanın. Utanın ki, insan olduğunuzu anlayabilelim.