Babaannemin aziz hatırasına…

Türkçeyle ilkokula başladığı 10 yaşında tanışmış, sınıfta sarf ettiği her Kürtçe sözcük için ceza almış, sonra doğduğu yere göre en yüksek eğitimi alıp ‘muallim’ çıkmış ve ömrünü Türk eğitim sistemine adamış bir babanın evladı olarak büyürseniz; ‘dil’le ilişkiniz gariptir. Annesinden öğrendiği, kardeşleriyle iletişim kurduğu dil nedeniyle yadırganan o baba; yılların aşağılanmışlığını çocuklarına yaşatmak istemeyince adının sonradan ‘asimilasyon’ olduğunu öğrendiğim bir zulmü kendi eliyle başlatmış olur. Belki Kürt hareketi 1984’te ‘Kürtler de var, dilleri de var’ diye yola çıkmamış olsaydı babamın çocukları için kurguladığı gibi binlerce senaryo kurgulamış babaların yapımcısı olduğu yaşamlarımız, başka bir yöne akacaktı.

Asimilasyon öyle bir şeydi ki; ‘iyi Türkçe konuşma’nın bir tür sınıf atlama manivelası olarak belletildiği küçük belleklerimizde, 10 Kasım’larda en acıklı ses tonuyla Atatürk şiirleri okumanın iyi notlarla ödüllendirilmesini hiç yadırgamadık.

‘En Türk’ hallerimizle doluştuğumuz okullarımıza gönderilen milliyetçi hocalarımız güzel Türkçe’mize hayran olurken, mutluyduk, gururluyduk.

Ta ki, üniversite sınavlarını kazanıp toprağımızdan uzaklara düştüğümüz güne kadar sürdü mutluluğumuz.

O yılların ‘batıya düşen’ her Kürt genci gibi, kuyruklarımızı merak edenlerle, aksanımızın olmamasına şaşıranlarla, evimize gizlice gelen ağabeylerin-ablaların ‘terörist’ diye gözümüze sokulmasıyla anladık Türk olmadığımızı.

Bir de tabii, batıdaki evlerde gizli şeyler için ikinci bir dil konuşulmadığını gördüğümüzde.

Her yaz tatilinde gittiğim köyde tek kelime Türkçe bilmeyen hepimizin ‘kîle’si babaannemle iletişim dilimizin Kürtçe olduğunu öğrendiğimde, 15 yaşındaydım. Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunu öğrendiğim yaş da, o yaşımdır.

Gözünüzde canlandırmanızı isterim: Ölene kadar ‘kofi’sini kafasından çıkarmayan, kendi saçlarının üstüne ‘gulik’ denilen iplikten saçlarını duvak gibi sallandıran, yerlere kadar uzanan fistanıyla gerçek bir aşiret kadını olan babaannem 60 yaşının ortalarına kadar öğrenmeyi reddettiği Türkçe’yle, babamın ‘Türk gibi’ yetiştirdiği torunları yüzünden tanıştı.

İlçe merkezindeki evimize her geldiğinde salonda başköşeyi işgal eden Atatürk posterli, İstiklal Marşlı Cumhuriyet köşesine şöyle bir göz atıp divana oturduğunda köydeki torunlarına benzemeyen bize hep öfkeyle bakardı. Severdi de kendince. Ama asimilasyon onun müthiş Kürt inadını da kıracak kadar etkiliydi. 15 yıl önce son nefesini veren babaannem bizimle Kürtçe konuşurdu, biz de onunla Türkçe. İlginçtir, birbirimizi sorunsuz anlardık. Şimdi onun yaşındaki Türk kadınlarına baktığımda okula hiç gitmemiş babaannemin çok değil birkaç ayda öğrendiği Türkçeyi anımsıyor ve zekasına selam duruyorum, ne yalan söyleyeyim.

Batı şehirlerinde Kürtlüğümüz gözümüze sokula sokula, kafamıza vurula vurula öğretildiğinde başlayan milliyetimizle barışıklığımız, hem içimizdeki gizli kimliklerimizle hem de ‘gizli saklı’ konuştuğumuz anadilimizle tanışmamızın da sebebi hikmeti oldu. 1990’lı yılların başlangıcına denk düşen bu tanışıklık, aralarında benim de olduğum pek çok Kürt bireyini önce Kürtçe ‘klam’ları öğrenmeye dönüşen bir meraka, ardından Kürt illerinin her lehçesini en azından anlayacak kadar iyi bir kulağa, sonra da bulduğu her kaynaktan anadilinin sırlarını keşfeden, en önemlisi dilinden utanmayan tersine onu çok seven insanlara dönüştürdü.

Bu sevginin gün gelip, yönetenleri etkileyecek bir güce dönüşmesi kaçınılmazdı. Oldu da.