Sararmış, mahşer yeri. Önüme cennetler serilmişken ve şelaleler akarken. Yaşıyoruz ve ölüyoruz derken, hep tekrarlanırdı adın. Bir şehir düşün ki, masmavi. Gökleri siyah, yerleri beyaz. İçine girenler kadar, dışında kalanlar da biraz sihirbaz. Hem sen, nasıl kaybedebilirdin, bana ait bir cevheri. Fırsatını bulunca, açtım kalbin karelerini. Ve şemsiyeme topladım, eskimiş yarelerini.



Gezgin ile gölgesi. Gölün üstündeki kayıklar gibi, kıvrım kıvrımdı kolları. Bir kağıt parçasına bir kayıp listesi yapılmış, kaçarken batmıştı filikası. Bilirsin, sürgündeydi ve özlüyordu. Ve pencereden kent meydanına bakarken, cama yapışıp buğu yapan şeydi sanki hüzün. Şehrin manzaraları ve dar sokakların hafızası sıkıcılığıyla ruhumu sardıkça, çocukluğumda eski bir bavulda bulduğum soluk resimlere bakıp durdum...



Akmakla aynıdır, akmasına izin vermek, tek solukta susup seyretmek. Kendimize ayrılan o mümtaz ve güzide güzergahta, tek bir çizgi üzerindeymiş gibi, uzun saatler boyu ilerledik, hiç yorulmadık. Yola düşmek, yola karışmak, yol olmak... Hep bunu düşlediniz, bunu beklediniz. Uçuyormuşuz, yerinizi ayırttınız, kalacaksınız sandım. Oysa yol çok uzundu ve hiç gelen olmadı. Şimdi, gülümseyin, çekiyorum...