Ne kadar nesnel davrandığını öne sürerse sürsün, bütün tarih yazımları birer kurgudur. Sadece olayları sıralamakla yetinen, işin içine hiç yorum katmayan “vakanüvis”ler bile, bir kurguya imza atmak zorunda kalırlar. Çünkü tarih bir anlatıdır ve bütün anlatılar gibi öznel bir bakışı yansıtır. Bundan kurtuluş yoktur.

Tarihe bakan romanlar ise hiçbir nesnellik kaygısı duymadan anlatırlar olayları. Bu anlatı bütünüyle kurgu da olabilir, bir kısmı kurgu bir kısmı gerçek bir biçimde de ele alınabilir.

Eskiden beri roman sanatının, tarihsel dönüşümlerden yararlanması ve kurmaca kişilikleri, gerçek olaylar zinciri içine yerleştirmesi bir gelenektir. Truva Savaşı, Roma Sarayı ve arenaları, Fransız Devrimi, Amerikan İç Savaşı gibi pek çok toplumsal sarsıntı romancılara esin kaynağı olmuştur ama onlar bu olayları tarihçi gibi değil, kendi yarattıkları hayali kişiler aracılığıyla anlatırlar.

Tosltoy’un Borodino Savaşı, Dickens’ın Fransız Devrimi, Balzac’ın romanları gibi binlerce eser bu anlatı tekniği kullanılarak yaratılmıştır.

Bana bunları düşündüren şey; son romanım Serenad’la ilgili şaşırtıcı gelişmeler oldu.

Geçenlerde bir hanımefendi, DoğanYayınları’nı aramış ve romanda geçen Maya hanım ve Maximilan Wagner’in telefonlarını istemiş. Yayınevi yetkilileri, bunların birer roman kahramanı olduklarını, gerçek hayatta böyle kişilerin bulunmadığını anlatmalarına rağmen, pek kolay ikna edememişler okurumuzu. Daha sonra bana olayı aktarırken, ilk kez başlarına böyle bir şey geldiğini söylediler.

Buna benzer soruların bana da geldiğini anlattım. Bir okurumuz, İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’ye gelen profesörlerin listesini incelediğini ve orada Maximilan Wagner adına rastlamadığını söylüyor, bir başkası onun hakkında daha çok bilgi istiyor, bambaşka bir okurumuz ise Maya hanıma ulaşmaya çalışıyordu.

Bu gelişmelerin bir roman yazarı olarak hoşuma gitmediğini söylemek iki yüzlülük olur. Okurlarımızın, bütünüyle düş ürünü olan iki kahramanı gerçek sanmaları, roman açısından iyi bir şey.

Aslında bu soru ve isteklere çok da şaşırmamak lazım.Çünkü ben de Serenad’ı yazarken, birçok yazar gibi, kişilerimi gerçek tarihsel olayların içine yerleştirme tekniğini kullandım.

İkinci Dünya Savaşı, Adolf Hitler, Nazi kampları, Türkiye’ye gelen profesörler, Einstein’ın mektubu, İnönü’nün cevabı, Struma gemisinin feci akıbeti gibi romanda geçen konuların hepsi gerçek. O zaman, bu olayları yaşamış kişiler olarak, Max, Nadia, Maya niye gerçek olmasın?

Bu tip romanlara Claudius, Kleopatra, İskender, Napolyon, Stalin, Lenin, Robespierre, Danton gibi pek çok gerçek isim girmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken tek nokta, biyografik romanlarla, tarihsel kişiliklerin birer figür olarak kullanıldığı kurgusal anlatıları birbirine karıştırmamak.

Biyografi, ister istemez bazı temel gerçeklere sadık kalmak zorunda. Oysa kurgunun böyle bir mecburiyeti yok. Tarihsel kişlikleri istediği gibi hareket ettirebilir, hatta isterse Charlie Chaplin’in Hitler’e yaptığı gibi balonla bile oynatabilir.

William Shakespeare bütün konularını tarihten alır ama onun sahnesine çıkan karakterler, gerçek konumlarından çok onun kişileridir artık.

Engereğin Gözü romanımda da başvurduğum ve çok sevdiğim bir tekniktir bu.

Çünkü roman kendi içinde bir gerçeklik taşır ve bunun tarihsel ya da güncel gerçekliğe uygun olması zorunluluğu yoktur.

Bu cümle, kişilerle ilgili olmasa bile, roman gerçeğini anlatması bakımından ilginç bir anekdot getirdi aklıma.

İnce Memed romanı yayınlandığı zaman Behice Boran’ın aklı, dağ başında yanan ateşe takılmış. Yaşar Kemal’e, kimsenin bulunmadığı o dağ başında ateşi kimin yaktığını sormuş.

Yaşar Kemal’in Boran’a verdiği cevap, roman dünyasını ve kendi gerçeğini açıklar nitelikte:

“O ateşi ben yaktım Behice hanım.”