Cumhurbaşkanı Gül’ün, 2010’un son mesajlarını Diyarbakır’da vermesi anlamlıydı. Ancak “Resmi dil Türkçedir” vurgusu, bu anlamı ortadan kaldıracak kadar tersti. Bu cümle Kürtlere yönelik ironik bir yeni yıl şarkısı gibi oldu.

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın “Tersini söyleyen mi var ki?” şeklindeki tepkisi işte bu çelişmeye dikkat çekmeyi amaçlıyordu. Gerçekten, şimdiye kadar konuştuğum hiçbir Kürt politikacıdan böyle bir değerlendirmeyle karşılaşmamıştım.
Yeni yıla umutla giriyor muyuz? Evet. Kürt sorunu çözüme doğru gidiyor mu? Evet. ‘Kürt Açılımı’ doğru bir başlangıç mıydı? Evet. Diyarbakır sokaklarında dolaştığınızda, halkla konuştuğunuzda Kürt kimliğinin kabulü temelinde barışçı bir çözüm için koşulların olgunlaşmış olduğunu görebiliyorsunuz... Ancak egemen siyaset gene geç kalıyor... “Kürtçenin anadil olarak öğrenilmesi konusunda milyonlarca yurttaşın talepleri karşısında tavrınız nedir?” noktasında egemen iradenin ellerini cebine koyduğu, ıslık çalarak ve “Farklılıklarımız var” diyerek yoluna devam ettiği bir tabloyla karşılaşıyoruz.

MGK bildirisi yokuşa sürüyor
2010 siyasetin rüştünü ispatladığı bir yıl oldu. Örneğin anayasa referandumu konusunda sağlanan başarının tarihsel derinliğini belki henüz yeterince algılayamıyoruz. Ergenekon ve Balyoz davaları da sivilleşme yolculuğunun önemli köşe taşları arasında... Türkiye, ‘askeri darbe kültüründen çıkış’ konusunda gerçekten de artık çok daha umutlu, çok daha kendine güvenli. Bu konuda başbakanın ve AK Parti’nin katkıları yok sayılamaz.
Başbakan Erdoğan, üçüncü genel seçim başarısına doğru ilerlemekte olduğu izlenimini veriyor. Önceki iki seçimde, “Seçimi kazanabilirim ama acaba sonrasında bana iktidarı verirler mi?” şeklinde bir endişe taşıyordu. (Kendisi şu an bulunduğu noktaya gerçekten de dramatik yollardan geçerek geldi: Askeri muhtıraları, kapatma davalarını, suikast girişimlerini aşarak, ‘sivil siyaset’in militarizm üzerindeki üstünlüğünü sağladı.)
Bu noktada Erdoğan’da bir ‘kırılma’nın belirtileri dikkat çekiyor. İktidardaki konumunu güvencede gören Erdoğan, kendisini ‘hükmeden’ olarak algılayan bir psikolojiye girdiği izlenimini veriyor, “Bu ülkenin sahibi benim” şeklinde bir yaklaşıma yöneliyor. MGK bildirisindeki havanın da bu şekilde okunması mümkün.
İktidar tehlikelidir. Kendinizi ‘egemenler’ arasında görmeye başladığınız noktada, tarihsel yolculuğunuz da değişmeye başlar. Erdoğan’ın önündeki bu handikap artık çok net bir şekilde göze çarpıyor. Kullandığı dildeki dikkat çekici değişimi, “Bu seçimi de kazanmalıyım. Daha da yüksek oy oranlarına ulaşmalıyım” gibi bir hırsla da açıklamayı deneyebiliriz. Önceki iki seçimde ‘mağdur’ olmanın sağladığı avantajlar AK Parti’yi güçlendirmişti. Şimdi ise ‘egemen tarafta olmak’ bir seçim stratejisi olarak kullanılıyor gibi.

Kararlılık ve risk alma cesareti
Erdoğan, militarizmin ve statükonun karşısında ‘değişim’ ve ‘demokratikleşme’ eğiliminin yanında yürüyebilmek adına büyük riskler aldı. Böyle davrandığı noktalarda, kendisinden farklı tercihleri olanların da desteğini sağladı. Şimdi ise egemenler tarafında konuştuğuna ilişkin tahliller ağırlık kazanıyor.
Kürt sorunu, bu açıdan ‘sembolik’ bir öneme sahip. Yakın tarihimizdeki birçok siyasetçi bu alana gelince geri çekildi, militarizme teslim oldu, ‘egemen güçler’le birleşti...
İç ve dış koşulların militarizmi zayıf düşürdüğü ve toplumsal uzlaşmanın gerçekten arttığı bu ortamda, Kürt sorununun çözümü için her zamankinden daha elverişli koşullar var.
Türkiye’nin 2011’de önündeki en büyük şans/handikap bence Kürt sorunu... Yeni yıla umutla ve şansla giriyoruz. Ancak kafalarda sorular... Seçim hesapları ve bir türlü çözüm cesareti gösteremeyen siyaset...
Türkiye, bütün bunları dostluk, kardeşlik ve hak temelinde çözmek için gereken olgunluğa doğru ilerlemeyi sürdürüyor...
Umutla 2011’e merhaba...