“Umut, cesaretin yarısıdır” diyor BaIzac. Fransız devriminin debdebeli ortamında umudunu yitirmeden cesareti kuşanmanın aslında ayakta kalmanın, güzel günlere olan inancın bir göstergesi olduğuna işaret ediyor ünlü romancı.

Kitaplarında Fransa’da demokrasinin geçmişini bütün ayrıntılarıyla veren yazar belgeci bir tutumla çağının ışıyan umutlu yüzünü bu sözüyle ulaştırmış bizlere. Günümüz koşullarında savaş ve yıkımların yansımalarını iliklerimize kadar hissettiğimiz bu günlerde tarihin derinliklerinden gelen umut ve cesaret sözlerinin içimizde yarattığı dinginlik ve bize yüklediği tarihsel mücadele azmi ,varoluşsal gerçekliğimizin itici gücüne dönüşüyor.

Umut ve cesaret birbirini tamamlayan, birbirinin içinde biçimlenen kavramlar. Cesareti kırık birinin ,güzel şeyleri umut edebilmesi mümkün mü? Ya da güzel günler için çarpacak bir kalbin heyecanına ve isyanına sahip olabilir mi umudunu karatmış bir kalp? Elbette olamaz. Bizi yıkmak isteyen düşüncenin adlandırılışı  ne olursa olsun, önce cesaretimizi, sonra da umudumuzu kırmaya yeltenir . Önlerinde diz çökelim diye toplumun üzerine yansıttıkları devasa bir perdedeki korkunun, korkunç heykelinin önünde secde etmemizi isterler. Secde ederken aynı zamanda bir Mankurt’a dönüşerek bellek yitimiyle, geçmişe ve geleceğe ait umuda ait bilinç yansımalarını unutmamız için kentin büyük meydanlarında bize şaşaalarını alkışlatırlar hiç durmadan.

Korkunun gölgesinden beslenen ve çeperinden çoğalan çığlıkları, özüne yabancılaşmış gerçekliğin içsel umutsuzluğunun dışa yansımasıdır. Korkunun dozajını arttırarak çoğaltmak; toplum bilincindeki yansımaların çoğalttığı dalgalar sarsın, kemirsin isterler belleğimizi. Öyle korkalım, sinelim ki içimizdeki en son umut kırıntılarını da korkunun dev ekranında yansıyan dalgalara atalım. Atalım ki artık suskunluğa gömülen gövdemizin bellek yitiminin sağlamasını yapıp bir köşede sonumuzu bekler hale gelelim.

Devletlerin örgütlediği sistemli zor ve onun aygıtları, yüz yıllardır beslediği, yeniden biçimlendirdiği insan bilincini dumura uğratır. Sonra da kayalıklılara zincirli Prometheus’un çığlıkları arasında aslında kendi esaretinin ilmeğini sıkıca sağlamlaştırır.

Uçurumuna atladığının farkında olmakla birlikte tarihsel zorunlulukla son sürat ayağındaki kayayla baş aşağı gitmenin kendine yüklediği sorumlulukları bilir. Kısır döngünün içinde iki ucu keskin bıçakla toplumun karşısına korkudan beslenen sahte bir kahramanlık mitiyle yeniden çıkar. Geçici ve kışkırtılmış iktidarının sefasını, geçmişi ya da geleceğe ait hiçbir tasavvura sahip olmadan salıncağında sürdürür durur.

İşte bu zaman sarkacının sarmalında salınıp dururken biz, insanın özündeki cevahire güveniyoruz. Kurgulanmış yaşam özetlerimize kısaltılmış cümlelerle yazılmak istenen kanlı harflerin tanıklığında dipten gelen sese kulak kabartıyor ve o sesin derinliğindeki dinginliğe inanıyoruz.

Biliyoruz ki, bir ses derin uğultulardan, unutulmuş yalnızlıklardan gündüze çıkaracak yolumuzu. Güzel günlere olan inancın bizlere yüklediği cesaretle, yenilgilerin ortasında harap edilmiş yanmış, yıkılmış sokaklarda kaybettiği masalını arayan çocuklarla uyanıyoruz sabahın ilk ışığına.

Bir yangının mahşerinde ateşlere düşen kızlarımızla yeniden, yeniden ayağa kalkıp “güvercin tedirginliğini” kuşanarak yürüyoruz en afili gülüşlerimizi asıp yüzümüze, üzerlerine.  

Ne acı ne kahır karartabilir gökyüzüne dönük yüzümüzü.

Dalgaların koyu sessizliğinde çağırdığımız ey Umut!

Cesaretle, yenilgiler ortasında yeniden kapındayız.

Bekle bizi…