Başbakan Erdoğan “Alevilerin kışkırtıldığını” söylüyor. Bunda da özellikle siyasi rakibi olarak gördüğü CHP’yi adres gösteriyor. Alevileri kışkırtan CHP, “ayrımcılığa uğrayan bir kimlik üzerinden siyaseten nemalanmak istiyor” demeye getiriyor.

CHP’nin Alevilerle kurduğu ilişkinin bir kullanma ilişkisi olduğuna şüphe yok. Cumhuriyetin kurucusu olan ve bu anti-demokratik düzenin temellerini atan CHP, Alevilerin “şeriat” korkusunu hep bir kazanç olarak gördü ve bunu oy’a tahvil etmeyi bildi. Ama hiçbir zaman Alevilerin en demokratik, insani kimlik haklarını savunan bir çizginin, politikanın ve icraatın sahibi olmadı.

Türkiye’de sağ partilerin; muhafazakâr, dini hassasiyetleri dikkate alarak yaptığı her düzenleme Aleviler’de bir irkilmeye yol açtı. 1950’de yapılan ilk serbest seçimlerde Alevilerin çok önemli oranda Demokrat Parti’ye destek verdiği rakamlarla sabittir. Ne zamanki Demokrat Parti baskıcı uygulamalara yöneldi ve bununla birlikte dini siyasal bir malzeme olarak kullanmaya başladı, Aleviler DP’den desteğini çekti.

Türkiye siyasetinde, siyasal İslam’ın yaptığı her atak, Alevileri daha bir korkuttuğu gibi CHP’ye yakınlaşmalarına da neden oldu. Siyasal düzenin, alternatiflerin ortaya çıkmasına imkân tanımayan, engelleyici mekanizmaları Alevileri böyle bir kısır döngünün içerisine hapsetti. Her şeye rağmen, bugün önemli oranda Alevi, kimliklerinin tanınmasına bir katkısı olmasa da, “laik” olarak değerlendirdikleri CHP’yi sığınılacak bir liman olarak görmektedir.

Son birkaç yıldır CHP’nin “Alevi duyarlılığı” doğrultusunda sergilediği performansın tartışmaya açık bir husus olduğuna gönülden inanıyorum. Ama Başbakanın “Alevileri CHP kışkırtıyor” demezden önce, başında bulunduğu hükümetin icraatlarına ve kendi söylemlerine dönüp bir bakmasında fayda var. Yapılan ve söylenenlerin Alevileri nasıl rahatsız ettiğini görmemek, ancak ideolojik bağnazlıkla açıklanabilir. Yani karşındaki toplumu kendi baktığın zaviyeden küçük görmek, hakir görmek, değersizleştirmekle alakalıdır.

AKP hükümetinin içinden geldiği siyasal geleneğin kodları doğrultusunda dini bağnazlığa yöneldiğinin birçok göstergesi mevcuttur. Çok itibar ediyor olmalılar ki, 23-24 Eylül tarihleri arasında başbakanlık tarafından gerçekleştirilecek olan Dünya Vakıflar Konferansı’nın açılış konuşmasını Alevilere hakaret etmiş bir şahısa yaptırıyorlar. İsminin önünde profesör unvanı bulunan, Avrupa’da bir İslam Üniversitesi’nin rektörü olan Ahmet Akgündüz, Alevi-Sünni diyaloğunun ancak “ehl-i tevhid” içinde, yani İslam içerisinde söz konusu olup, aksi takdirde Alevilerin kestiğinin yenmeyeceğini, kız alıp vermenin söz konusu olmadığını buyuruyor. Elbette, cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığını bir kırmızı çizgi olarak belirtmeyi de unutmuyor.

Burada vurgulamak istediğim bir kişi değil bir zihniyet. Başbakan’da, hükümetin içerisinde ve İslami cenahın kalem erbabında son dönemlerde çok daha güçlü bir şekilde dillendirilen ve oldukça yaygın olan bir zihniyet, bir ideolojik ve siyasal tutum. Eğer, bu bağnaz profesör üzerinden devam ederek söylersek; Aleviyle, Nusayriyle, Bahaiyle, Ezidiyle, Budistle, Ateistle, Hıristiyanla, Yahudiyle bir diyaloğu olmayacaksa, ekonomik, sosyal, kültürel ilişkiler kurulmayacaksa birlikte yaşamak nasıl mümkün olacak?

İnsanlığın ortak birikimlerinden, evrensel insan hakları kriterlerinden koparak, ona sırtını dönerek, toplumun kozmopolit doğasını hiçe sayan ve farklılıklar arasına aşılmaz duvarlar ören bu zihniyet nasıl bir birliktelik oluşturacak?

Bugünün dünyasında farklılıkların bir arada yaşamasının yolunun, demokratik bir ülkede hukuksal açıdan eşitlik ve özgürlüğün tesis edilmesi ile mümkün olduğu bilinmektedir. Ama Türkiye’nin yeni siyasal elitleri, bu evrensel güzergâhta ilerleyeceklerine, içerisinden geldikleri siyasal geleneğe bağnazca bağlılık adına ayrımcılık yapıyor, yeni gerilimlere sebep oluyorlar.

Dünün mağduru, bugünün muktediri olan siyasal İslamcı, yeni Müslüman elit, devlet gücünü de kullanarak toplum üzerinde ideolojik bir şiddet uyguluyor. Bu ideolojik şiddetin kaynağında; kendini son ve hak din olarak görmesi ve toplumun çoğunluğunun sünni İslam inancına bağlı olması yatıyor. Bu bakış açısı, başbakanın deyimiyle “dindar ve kindar” bir nesil yaratma çabasına, yani yayılmacı ve baskıcı uygulamalara neden oluyor.

Demokratik hukuk devleti normları yerine, din ve inançlar arasında hiyerarşiyi öngören bir kamusal düzen inşa etmek toplum içerisinde yeni gerilimlere yol açmaktan başka ne tür sonuçlara yol açabilir? Gezi Direnişi’ni doğru okursak göreceğiz ki, temel ayrım seküler olanlarla olmayanlar arasındadır. Toplumu din üzerinden böyle bir ayrıma sürüklemek oldukça tehlikelidir.

Bu konuda dini referanslarla, hükümetin sıklıkla yaptığı gibi Osmanlı’ya göndermeler yapmak, Osmanlı dönemini farklılıkların bir arada yaşadığı bir ideal olarak sunmak büyük bir yanlıştır. Zira Osmanlı’daki “tahammül edilebilir birlikte yaşam” Müslümanların millet-i hakime olduğu eşitsiz, ayrımcı ve baskıcı bir düzendir.

Bir taraftan İslam ve Osmanlı referansını dillerinden düşürmeyen hükümet mensupları, diğer taraftan mağduru olduğunu söyledikleri Kemalist rejimin tek tipleştiren, baskıcı yöntem ve mekanizmalarına sarılarak yönetim icra etmeleri, acil demokrasi ihtiyacı olan Türkiye’yi yeni çıkmaz sokaklara sürüklüyor.

Nitekim dış politikasını Sünni ittifak üzerine kuran Türkiye hükümeti ve devleti, insan öldürmeyi din üzerinden meşrulaştıran ve kendisinden olmayan kişileri hunharca katleden cihatçı faşist grupları desteklemekten geri durmuyor.

Hükümetin bu faşist gruplarla ilişkisi, Alevilere yönelik ayrımcı söylem ve uygulamaları, son olarak Hrant Dink cinayetine bulaşmış emniyet yetkililerini cezalandırmak yerine mükâfatlandırması, taltif etmesi, kendilerine dair güvensizliği ve şüpheyi artırıyor.

Dini referanslarla toplumu ve devleti yönetmenin çıkmaz sokağına girmiş Türkiye’de çözüm; farklılıkların özgür bir şekilde kendilerini ifade edebildiği, demokrasi ve eşitliğe dayalı bir birlikteliği, ortak yaşamı tesis etmektir. Bu noktada samimi Müslümanların ve İslami kalem erbabının sorması gereken soru, kendi kafalarındaki tahayyülün ve tasavvurun buna ne kadar elverdiğidir.