4 Ağustos Pazar günü İran’ın Ankara Büyükelçiliği “Alevilere” iftar verdi. İftar haberi önceki haftadan itibaren hükümete ve cemaate yakın medya organları tarafından yoğun bir şekilde işlendi. Sadece bu “ilgili” basın kuruluşlarının rağbet ettiği iftar haberi, hayli büyütülerek ve farklı bağlantılar kurularak kamuoyuna yansıtıldı.

Özellikle altı çizilen başlıklar; son üç yıl içerisinde 600-700 Alevi dedesinin ziyaret amacıyla İran’a götürüldüğü ve bu yolculuğun ilk durağı olan Kum şehrinde Devrim Muhafızları’nın komutanıyla görüştürüldüğü, ardından da Hamaney tarafından kabul edildikleri şeklindeydi. Yine İran’ın Türkiye’de Alevileri kazanmak adına külliyetli paralar saçtığı, bu amaçla Ankara, İstanbul ve İzmir’de üç dernek ve bir vakıf kurdurduğu şeklindeydi.

Hükümet ve cemaat basınının bu haberleri oluştururken haber kaynağı olarak bazı “Alevi” dernek yöneticilerini referans olarak verdikleri görülmekte. İlginç olan, bu “Alevi yöneticileri”nin ve derneklerinin, yıllardır Alevilerin hak ve özgürlükleri için mücadele eden kurumlar ve kişiler nezdinde bile kimliklerinin meçhul olmasıdır. Kimlikleri ve şahsiyetleri meçhul olan, internet sitelerinde yönetimi, tüzüğü, kurumsal kimliği hakkında hiçbir açıklayıcı bilgi bulunmayan bu “derneklerin” ve başkanlarının, bu haberler için kaynak kişi olarak seçilmesi de düşündürücü.

Başbakan Erdoğan birkaç ay önce yaptığı bir açıklamada “Türkmen Alevileri bize daha yakın” diye bir cümle kurmuştu. Genelde yaptığı açıklamalarla Alevileri dışlayan, öteleyen bir Başbakan’ın ağzından böyle bir cümlenin çıkmasının hiç de tesadüfi olmaması gerekir. Her türlü milliyetçiliğe, bu arada dinsel milliyetçiliğe de karşı olduğunu söyleyen başbakanın Aleviler arasında etnik ayrımı öngören bir tutum takınması neredeyse hiç haber bile yapılmadı. Tam burada devletin derin mahfillerinin sesi olan eski Türk Tarih Kurumu başkanı Yusuf Halaçoğlu akla geliyor. Ne diyordu Halaçoğlu, “Doğu’daki Aleviler aslında Alevi değil, Ermeni’dir”. Cumhuriyetin başından beri, Aleviliğin Anadolu ve Türklükle özdeş olduğu propagandasının yapıldığı ve bu söylemin özellikle Kürt Alevilerin asimilasyonunda hayli sonuçlar aldığı gözönüne getirilirse, gerçekte ne söylendiği daha iyi anlaşılır.

Aleviler yüzyıllardır İran ve Türkiye arasında veya başka bir ifade ile Şiilikle Sünnilik arasında sıkıştırılıp bir tercih yapmaya zorlanmakta. Pek bilinmeyen bir gerçeği burada ifade edelim; İran’da yaygın bir Alevi nüfusu vardır. Tarihsel olarak birçok Alevi inanç önderinin yaşadığı yer olan İran coğrafyasında, İranlı Azeri sanatçı Cavit Murtezaoğlu’na dayanarak söyleyeyim 7 (yedi) milyon Alevi yaşamaktadır. Ehl-i Hakk veya Yaresan olarak bilinen bu kesimler kendilerini tanıtırken tıpkı Türkiye’deki gibi Alevi olarak tanımlamaktadır. Türkiye’dekine benzer baskılara maruz kaldıkları, “cemhane”lerinin (bizdeki cemevi) yasal olarak tanınmadığı, geçmişe doğru gidildiğinde ağır hakaret ve işkencelere maruz bırakıldıkları anlatılmaktadır.

Her iki devletin de kendi ülkelerinde yaşayan Alevileri ve onların inanç kimliğini tanımayarak, resmen asimilasyonalist bir siyaset izledikleri aşikar. Peki buna rağmen İran’ın Türkiye’deki Alevileri etki altına almak gibi bir siyaseti var mıdır? Evet, böyle bir siyaseti olabilir. Ortadoğu coğrafyasında siyasi denklemler kurulurken, rakiplerin, birbirlerinin muhaliflerini kendine ram etmek veya müttefik kılmak, etki altına almak için türlü oyunlar oynadıkları bilinmeyen bir şey değil.

Suriye krizi patlak verdiğinden beri Başbakan Tayyip Erdoğan, Beşar Esad’ın inanç kimliği üzerinden Aleviliğe ve Alevilere karşı karalayıcı ve hedef gösteren birçok açıklama yaptı. Başbakanın yaptığı bu açıklamalarla, Türkiye’deki Aleviler zan altında bırakıldı, Esad rejiminin destekçisi gibi gösterilmeye çalışıldı. İftar haberi üzerine mal bulmuş magribi gibi atlayan “ilgili” basının, yaptığı haberin içeriği analiz edilirse, İran’ın Alevilere ilgisi üzerinden adeta Türkiye’deki Aleviler yine hedef olarak gösterilmekteler.

İran’la iş kotaran, devrim muhafızlarıyla, devlet yetkilileriyle görüşmeler yapan “Alevi dedeleri” Türkiye’de bir ayaklanmaya hazırlanmaktadır. Sabah Gazetesi’nden Rasim Ozan Kütahyalı’nın “Aleviler Kışkırtılıyor” başlıklı yazısında, istihbarat yetkililerinin verdiği bilgiye göre “Aleviler 15 Ağustos tarihinde ayaklanacakmış” deniliyor. Nedense bu istihbarat yetkililerinin hiç ismi cismi yoktur, nedense bu istihbarat yetkilileri hep belli kişilerle konuşur. Ayaklanmadan haberdar olan ve başlayacağı günü dahi önceden istihbar eden bu yetkililerin ayaklanma için öngördükleri tarih de oldukça manidar. 15 Ağustos, tarih olarak akla ilk anda Eruh ve Şemdinli baskınlarını getiriyor, ama aynı zamanda her yıl düzenlenen Hacı Bektaş Veli anma etkinliklerinin başlangıç günü.

Türkiye ve İran devletlerinin bugünkü Ortadoğu denkleminde, özellikle Suriye politikasında ciddi bir çelişki içinde oldukları; Türkiye’nin Esad karşıtı saldırgan politikasına karşı, Suriye’den sonra sıranın kendisine geleceğini düşünen İran’ın bundan tedirginlik duyarak, buna karşı bir direnç içinde olduğu ortada. Bu siyasi çelişki ve çatışma denkleminde, iftar haberini, ısrarla farklı boyutlar ekleyerek servis eden “ilgili” basının, hem İran üzerinden Alevileri kriminalize etmeye ve kamuoyu nezdinde Alevileri itibarsızlaştırmaya hem de Aleviler üzerinden İran’ı gayri meşru gösterip, ileride çıkabilecek farklı aksiyonlar karşısında kendi kitlesinde bir meşruiyet zemini yaratmaya çalışmaktadır.

Alevilik; yayılmacı, fetihci bir inanç değildir. Aleviliğin barışçı felsefesi, bu inancın önemli yol önderlerinden Hacı Bektaş Veli’nin ceylan ile aslanı kendi kucağında yanyana getirdiği temsili resimlerde çok anlamlı bir şekilde dile gelir. Alevileri birbirine düşürmek, Alevileri devletlerin bölgesel politikalarının piyonu gibi yansıtmak, bunları yaparken kendi sahte Alevilerini yaratmak, onlar vasıtasıyla toplumu kışkırtmak, akılcı bir politika değildir. Bu yaklaşımlarla Alevi açılımı yapılamayacağı gibi toplumsal barış, huzur ve kardeşlik de inşa edilemez.