Öncelikle şunu söylemeliyim, “Dava için faydalıysa her ne olursa razıyım ya da arkasındayım” diyenlerden değilim. Benim öyle pek kutsalım yok, çocuklarım ve edebiyat dışında, şimdilik. Sonuçta kutsalların bu coğrafyada insanların başına ne belalar açtığının hepimiz şahidiyiz. Kutsal adam, kutsal din, kutsal topraklar vs. İnsanlar değişir, ilerde ne olacağımızı, günümüzde karşılaştığımız veya karşılaşmak zorunda kaldığımız olayları ya da yapıtları nasıl yorumlayacağımızı kimse bilemez, insanlar değişmeli-değişebilmeli, doğru olan da budur. Ancak gerçek şu ki, bu da son derece insanca, alanında bazı önemli ya da popüler isimlerin bazı eserler hakkında “Bu iyi bir yapıttır” demesi ister istemez hepimizi etkiler. Yaptığımız yorumlar, verdiğimiz kararların bu kişilerinkilerle çelişmemesine dikkat ederiz, zira daha işin başındayken hor görülüp ağzımızdan çıkacak sözün bir değeri olmadığı-olmayacağı tehdidiyle de karşı karşıya kalabiliriz. Gelelim Ceyran’ın Mevsim Yas romanına:

Açıkçası romanı ikinci okuma çabalayışım, birincisi ilk yayınlandığı aylarda (üçüncü ya da dördüncü ay, net hatırlamıyorum), ki romanla ilgili birkaç satır görüşümü belirtmiştim, ama sadece birkaç satır; ikincisi de acaba yorumumda yanılmış olabilir miyim diye bu hafta. Başta Selim Temo (Kürt Edebiyatı araştırmalarında epeyce çalışmaları vardır ve son derece faydalı şeyler yaptığını düşünenlerdenim) olmak üzere birçok isim bu romanı bir hayli övdü, övmüşlerdi.

“Okuldan çıktığında hava kararmaya başlamıştı. Yürüyerek eve dönüyordu. Yorgun adımlarla sokağa girdi. Uzun zamandır geçmiyordu yorgunluğu. Dalgınlığında, unutkanlığında ve yorgunluğunda, bir süredir aldığı antidepresanların da etkisi vardı. Apartman önünde kapıcıyla karşılaştı. Kapıcı elindeki zarfı evirip çeviriyor, meraklı gözlerle inceliyordu. Zehra’yı görünce bir an telaşlandı. Kazağının kollarını çekiştirerek varlığından utandığı küçücük ellerini sakladı. Bir süre anlamsızca bakıştılar. Ardından parmak uçlarıyla tuttuğu zarfı Zehra’nın burnuna dayadı. Zehra kendini geri çekmese neredeyse gözüne sokacaktı. Densizdi bu adam, bunu çok önceden anlamıştı. Bu yüzden yüzüne bakmadan ve tek kelime etmeden büyükçe zarfı elinden çekip aldı.”

Yukarıda alıntıladığımız bu paragrafın dâhil olduğu bölümün adı “Mektup”, romanın da ilk bölümü, alıntıladığımız kısım da bölümün ilk paragrafı. Aslında ilk başlarda okunacak bir mektup bekliyor okur, ama bu o kadar da önemli değil ya da rahatsız edici değil. Paragraftan anladığımız kadarıyla bahsi geçen bir mektupla ilgili olduğundan bu başlığı uygun bulmuş yazar. Ama itiraf etmeliyim beni yine de rahatsız eden bir şeyler vardı burada, bu paragrafta, bir mantık hatası bir kuralsızlık. Bahsi geçen kişinin “küçücük elleri” bende sempati uyandırdı, “küçücük eller” bir çocuğun elleri olabileceği gibi gülümseyen tatlı bir bebeğinkilerde olabilir, “küçücük” ancak bizde hoş, zararsız, belki rahatlatıcı bir etki bırakacak şeyler için kullanılabilir, “Densizdi bu adam,” için asla, hele “bunu çok önceden anlamıştı” dan sonra, ama kusur Zehra’da değil, anlatıcıda. Ya da, “…eski bir vitrin, siyah beyaz bir televizyon, üç yaylı sedir ve havası dökülmüş bir halı…” ve devamında “… odadaki varlığı, modern eşyaların arasına konmuş antika bir parça gibi eğreti duruyordu.” Hiç de modern olmayan, hatta antika olabilecek eşyalar arasında duran başka bir antika, siz yazarın burada zekâsını konuşturduğunu, okuru daha derin anlamlara sürüklemek için taktik uyguladığını iddia edebilirsiniz, ama açıkçası ben yazarın bunun farkında olduğunu bile sanmıyorum. Ya da, “Şimdi üvey annemi de dövmeye başlamıştı. Onu artık çirkin buluyor, beğenmiyor, aşağılıyordu. Fakat yine de her gece şiddet faslı bittikten sonra düzüşüyorlar, babam boşalırken şehvetle, ‘Kaltaaak! Kaltaaak!’ diye bağırıyordu.” Burada soramadan duramıyorum, babasının tam da boşalırken bağırdığı fikrini nereden ediniyor sekiz yaşındaki bu kız çocuğu, en azından o zamanlar sekiz yaşındaydı, duvara kulaklarını mı dayamıştı, bunu bilmesi mümkün mü yani, öncesinde bağırmış olamaz mı ya da ortasında, yoksa onun deyişiyle ‘gizlendiği kanepenin altında’ değil de okurun bile hayal edemeyeceği şekilde babasının tam da boşalacağı sırada yataklarının baş ucunda mı gözetliyordu onları, gördüğünüz gibi muamma büyük.  

Önceki okumamdan, neredeyse tamamını unutmuş gibiyim, hafızamda bölük pörçük şeyler var, bu nedenle umarım bunlara benzer mantıksızlıklarla sıkça karşılaşmam diye içimden geçiriyorum, çünkü her an okumaktan vazgeçebilirim, bu aralar kötü romanlara tahammülsüzlüğüm had safhada. Sayfaları çevirip yol alarak yazıyorum, ne yazık ki benzer rahatsızlıklar-mantıksızlıklar hemen hemen her bölümde sırıtarak karşıma çıkıyor. “Romanın bir döneme tanıklık ettiğini, siz asıl oraya odaklanın” diye düşünüyor olabilirsiniz, ancak bir okur olarak, bir roman okuru olarak yapıt içinde bunca rahatsızlık dururken benim tanığın sesine kulak verebilecek lüksüm olduğunu sanmıyorum, kesinlikle onu dinleyecek kişi ben değilim, belki ülkenin batısında doğup büyümüş olanlardır ya da siyasi olsun da her ne yara olursa olsun kucak açanlardır.

Henüz biri sekiz, öbürü de on beşinde olan kız kardeşler korkunç bir kaderin pençesindeler. Baba korkunç, üvey anne daha da korkunç, kapıcı korkunç, öğretmen korkunç, henüz çocuk yaşta başlamış korkunç romatizma ağrıları ve bolca klişe sözler. Bu kadar korkunçluğun içinde on beşindeki abla bazen küçük kız kardeşini de yanına alarak siyasi toplantılara ayıracak zaman bulabiliyor yine de, aile bu kadar sefil haldeyken ve bu kadar nefret yayıyorken siyaset gibi kavramlar değer bulabiliyor nedense, dikkatli bir okur romanın omurgasının burada kırıldığını fark edecektir zaten, en azından benim düşüncem bu yönde. Neredeyse korkunç olmayan kimse yok bu romanda, tabii siyasi abiler dışında, bu yüzden bu romanı siyasi abilerin sevmesini normal karşılarım, bir yere kadar, ama gerçek edebiyat okurları için bu oldukça kuşkulu. Romanın dili edebi ve estetik değerler ölçüt alındığında kesinlikle fazlasıyla sığ, elbette bu benim görüşüm (tanık sesi diyebilirsiniz, bir döneme tanıklık edecek o kadar çok doküman var ki etrafta, bir tuşa basmak yeterli olacaktır kanımca), belki roman değil de bu aralar televizyonlarda sıkça rastladığımız arebeskvari dizi filmlerden olsaydı daha uygun olurdu diye düşünmeden duramadım, çünkü dili ve anlatımı daha çok bunlara yakın.

Anlatılacak daha çok şey var ama romanı didik didik incelemeye ne gerek. Şunu da eklemeden duramadım, sevgili yorumcular ve eleştirmenler, kitabını o kadar göklere çıkardınız ki yazar daha ilk romanında kendini Marquez’in çok üstünde görürse şaşırmam (ki görebilir de, sonuçta Homeros'tan da daha büyük bir ozan olduğumuzu iddia edebiliriz), yazıktır, edebiyat tarihi edebiyat diye düşünülen ve bir dönem göklere çıkarılan ve kısa süre içinde adı unutulan yapıtlarla doludur. Yazarın öz geçmişinde değindiği bazı talihsizlikleri yaşamış olması da yazarın ve romanının üstünde muhtemeldir ki bu ilgiyi artmış olsun, bir yere kadar anlaşılır bu, kabul ediyorum. Yine de yazarına bu kadar zarar vermeyin, neredeyse her oturduğu yerde benim romanım, benim roman anlayışım derse de o halde şaşırmayın; burada da suçlu yazar değil, sizlersiniz. Kanımca doğrulardan biri de yazarına yapıtının eksikliklerini gösterip bir sonraki adımında kusurlarının azaltılması gerektiği yönündedir. Kısacası davanız için duygusal davranmayın demiyorum sevgili yorumcu ve eleştirmenler, bu kadar fazla davranmayın ya da bana hangi gözlüğü takıyorsanız numarasını söyleyin ki ben de sadece sizin gördüklerinizi göreyim. Yine de geleceğe kimin ve neyin kalacağını kimse bilemez hiç kuşkusuz, bunu da bilecek kadar okuduğumu-yaşadığımı düşünüyorum.

____

Mehtap Ceyran, Mevsim Yas, Sel Yayıncılık, Basım 2017