Hani biz şu son referandumda ‘Yetmez ama evet’  diyeceğiz de, o memlekete 80 yıldır ayak bağı olan, derin devletin bağrından çıkmış çok kötü fena Ergenekoncu yargı gidecek, yerine de tertemiz pırıl pırıl çocukların başı çektiği bağımsız yargı gelecekti ya.... İşte tam öyle olmadı.
Memlekette zaten öteden beri sorunlu olan yargı alanı, nasıl ki on yıl önce demokrasinin önüne bir engeldiyse, bugün de Türkiye’nin özgürlükler karnesindeki en büyük kara delik. Üstelik de gittikçe bütün dünyanın dikkatini çeken bir delik.
Tabi bunları ben söylemiyorum. Bakın resmi rakamlar söylüyor:
 Anlayacağınız, havasından, suyundan mıdır, yoksa televizyonlardaki dizilerin etkisiyle mi bilemiyorum, ama memleket ahalisi bir furya halinde sektör değiştirerek terör ve çete alanlarına yönelmiş durumda!
Ya da emniyet ve savcılar, gözaltıları, tutuklamaları bol keseden tutup, herkesi örgütlü suça sokmuş...
İşte bu tabloda artık hükümetin önünde ciddi bir ‘özel yetkili mahkemeler’ sorunu  olduğu ortada. MİT krizinde de görüldüğü gibi, özel yetkili mahkemeler artık yargı içinde bağımsız bir organizma  olarak hareket eden özerk bir yapıya dönüşmüş durumda. (Eskiden bu işlere ‘devlet içinde devlet’  denirdi ama bugünlerde bu tabir moda değil.)

HSYK SEMİNERİ
Peki hükümet ne yapabilir? Duyuyoruz ki Adalet Bakanlığı, biri ifade özgürlüğünü genişleten, diğeri ise özel yetkili mahkemelere sınırlamalar getiren iki yeni yargı paketi üzerinde çalışıyor.
Diğer yandan da, özel yetkili mahkemeleri demokratik normlar konusunda ‘eğitme’ çabası var. (Eğitme? Sanmayın ki sayıları bir kaç yüzü bulan özel yetkili davaların hakim ve savcıları, Türkiye’nin ‘en kıdemli’ hukukçularından. Örneğin savcıların bir çoğu, sadece otuzlu yaşlarda .)
Bu amaçla AİHM kararlarının Türkçeye çevirmeye başladı. Geçen hafta da özel yetkili hakim ve savcıların bir bölümü, HSYK ve Adalet Akademisi tarafından düzenlenen bir sempozyumdaydı. 

İLHAN?SELÇUK ÖRNEĞİ
Sempozyum gazete sayfalarında kısacık haber oldu. 
Fakat ilginç olan, HSYK tarafından davet edilen konuşmacılar arasında Hürriyet yazarı Sedat Ergin  de varmış. Oldukça anlamlı bir seçim değil mi? Ergin, hem ifade özgürlüğünde Türkiye’nin AİHM karnesini, hem de Balyoz davası gibi özel yetkili savcıların düzenlediği iddianamelerdeki çelişkileri sıkça sütununda konu etmiş bir gazeteci. 
Cumhuriyet gazetesindeki bir habere göre, Ergin’in sunumundan sonra Ergenekon savcısı Cihan Kansız  ve şike savcısı Mehmet Berk’le arasında ufak bir tartışma yaşanmış. Ergin, iddianamelerde özel hayatın gizliliği ilkesinin ihlal edilmesini eleştirirken, İlhan Selçuk örneğini vererek “Ergenekon iddianamesi eklerinde İlhan Selçuk telefonda konuşurken bir yandan da Fashion TV’yi seyrettiğini anlatıyor. Bunu benim öğrenme hakkım var mı? Bunun soruşturmayla ne ilgisi var?”  demiş.  Ergin’in eleştirisine karşı Ergenekon savcısı Kansız “Sedat Bey bizim (adli) emanete aldırdığımız delilleri görse eminim böyle konuşmazdı. O kadar özel hayata ilişkin tapeler var ki biz emin olun onları ayıklamaya çalışıyoruz. Biz neticede insanız... Son bir ayda 200’ün üzerinde insana takipsizlik verdim” demiş. 

Peki aynı seminerde Sadullah Ergin ne demiş? 
Adalet Bakanı’nın konuşması, özel yetkili zümreye  tam bir ‘uyarı’ niteliğinde. Hazin bir durum ama bakan neredeyse 100 bin kişinin kaderini elinde tutandinleyicilere, AİHM kararlarından, masumiyet karinesinden, kişi hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmemesinden, tutuklamalarda ‘orantılılık ve gereklilik’ kriterlerinden söz etmiş. 

ERGİN: KOZMİK?VİCDAN!
İşte Ergin’den bir kaç alıntı: 
 - Ulusal güvenlik kaygılarıyla bireysel güvenlik taleplerine sırt çeviren ülkeler, sonuçta ulusal güvenliklerini sağlayacak sosyal meşruiyetten yoksun kalabilirler. 
-Temel hak ve özgürlüklere orantısız müdahaleler, hukukun asla tasvip etmediği bir husustur
- Güven veren adalet; başta tutuklama olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında yüksek hassasiyetin gösterilmesidir.
- Güven veren adalet, jüristokrasiye değil hukuk devletine açılan içtihatların inşa edilmesidir.
- Güven veren adalet, insan hakları hukukunun artık insanlığın “kozmik vicdanı” haline gelmiş olduğunu fark etmektir. 
Önemli uyarılar. Üstelik muhalefet değil bizzat  bir hükümet üyesi tarafından kamuya açık bir ortamda yapılıyor!
Ama bu, devlet içindeki tartışmanın sonu değil daha başlangıcı. Bir kaç seminer ve konferansın, Türkiye’nin jüritokrasiden son dakikada sıyrılıp ‘kozmik vicdanı’  çalıştıran bir hukuk devleti olması için yeterli olacağını düşünmek saflık. Bakalım daha neler olacak?



2404 
Adalet Bakanlığı bünyesinde kurulan İnsan Hakları dairesinin açıkladığı verilerden bu hafta öğrendik ki, Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde yarım asırdır insan hakları ihlali nedeniyle 2404 mahkûmiyet almış. Lideriz!

15.940
AİHM’de hâlâ Türkiye aleyhine 15940 başvuru varmış.

86.800 
Terör ve çete suçlarının yargılandığı DGM ve özel yetkili mahkemeler 2001 yılında kurulduğunda, 25 bin kişi yargılanmış ve her yıl üç aşağı beş yukarı o civarda seyretmiş. Bu rakam 2005’de 14 bine düşmüş. Ama nasılsa 2009’da birden bire 66 bin, 2010’da ise çoğu ‘terör’ ve örgüt suçu olmak üzere 86 bine fırlamış. (Adli Sicil ve İstatistik Gen. Müd verileri. Bu rakama beraat, mahkûmiyet ve takipsizlik dahil)

100.000
Bu istatistiği ben uydurdum! Ama  2011’de KCK davasından geniş kapsamlı operasyon ve tutuklamalar gerçekleştiği göz önüne alınırsa, 2010’da özel yetkili mahkemelerde yargılananların sayısının  86 binden 2011’de 100 bini zorladığını varsaymak mümkün.


Nevruz’u yasaklamak yanlış




 Komplocu olsam, Türkiye’de birilerinin ısrar ve inatla Kürt meselesini Arap Baharı coğrafyasına sokmaya çabaladığına, genç nesil Kürt gençliğinin aidiyet duygusunu zayıflatmaya çalıştıklarına inanacağım.
Söz ettiğim BDP tarafından düzenlenen İstanbul ve Diyarbakır’daki Nevruz kutlamalarının ‘provokasyon olur’ gerekçesiyle yasaklanması. Türkiye yıllarca Nevruz’u yasakladı, yıllarca Nevruz büyük bir gerilimle arka sokaklarda panzer tarafından kovalanan gençlerin lastik yaktığı bir isyana dönüştü. Herhalde birileri o günleri özlüyor.
Öyle Oysa son on yılda Nevruz’u ‘Orta Asya bayramı’ diye yeniden icat eden devlet, her yıl Mart ayında bıyıklı göbekli kaymakam amca ve ilçe jandarma alay komutanının el ele tutuşarak ateşin üzerinden atladığı görüntüleri servis etmek suretiyle, en azından o günü bir gerilim atmosferinden çıkarmıştı.
Şimdi her şey gerisin geri. Dün İstanbul’da 1 ölü, yüze yakın yaralı vardı. BDP’nin Nevruz kutlamalarını, ‘Ya ters bir şeyler söylerlerse’ diye yasaklamak, tam bir akıl tutulması. Türkiye’yi isyan coğrafyasına itme çabası.
Bu gibi kararlar, aynı orantısız KCK operasyonları gibi Kürt meselesini radikalize etmeye hizmet ediyor. Anlamak mümkün değil. Hükümet istemiyor, BDP istemiyor, ama nasılsa devlet mekanizması bir girdap gibi doksanlı yılların sarmalına geri dönüyor.