Can yeleklerinin yıldız yerine göğümüze asıldığı kıyı kentlerinde, gecenin karanlığında korkuyu yoksulluğu eşitleyen sessizlikte şişme botlarla akın eyliyorlar karşı yakaya. Öyle gizli saklı değil aleni bir şekilde göstere göstere çoluk çocuk getirebildikleri kim varsa. Artık çoğu kendilerini kaçıracak profesyonel kişileri de aramıyor. Orada kıyıda kendilerine verilen rafting eğitimi gibi kısa bir anlatımın ardından, basit şişme botlara doluşarak bir an önce uzaklaşmak istiyorlar anılarını yakıp yıkan bir geçmişin üzüntülü sayfalarından. Kaçmak en büyük içgüdü haline geliyor kasıp kavrulan yorulan benliklerinde.

Kalmak istemiyorlar bunca sevgisizliğin, nefretin adaletsizliğin düstur haline geldiği coğrafyada. Kendilerini itip kakan horlayan, kaşık düşmanı gibi gören bir iklimin cinnetinde yaşamaktansa karanlık sularda kaybolup gitmeyi göze alabiliyorlar. Daha dün işinde gücünde ülkesinde ailesi dostlarıyla beraber yaşarken muktedirlerin, diktatörlerin savaş oyununda paramparça olan bedenleriyle, bombalanan kentler, kesilen başlar kıyısız ölüler ülkesinin lanetlileri durumuna düşürülüyorlar.

Gitmek onlar için kurtuluş, yan gözle bakıldıkları, sövüldükleri uçurum uğultusundan başka iklimlere. Müşterilerine kağıt mendil sattığı için dövülüp canı acıtılan bir çocuk olarak geri döndüğü için hayat. Asgari ücretin yarı fiyatına güvenliksiz iş kollarında çalışmaya mahkûm edilip bir de sokaklarda hakaretle karşılaştığı için gitmek uzaklara. Sokaklarda, parklarda, yıkıntılarda çoluk çocuk çöpten beslenmek durumunda kalan dünün onurlu insanları, onurları ve duygularıyla bu kadar derinden vuruldukları için kafileler halinde sefer eyliyor, kapalı kapıları zorlayarak. Botlara, teknelere trenlere doluşarak polis kontrol noktalarında devam eden insanlık dışı uygulamalarla akın akın umuda.

Pavyonlarında ,batakhanelerinde nazlı sevgililerini dip suyun akıntısına kaptırdıkları çürümüşlükte, sapkın erkeklerin eril dünyalarını süsleyen tensel acıdır düş. Yaşadıkları dünyalarında ölüm her gün beklenen ve özlenen imgesel çağrıya ve aranışa dönüşüyor artık.

Korku duvarını aşan binler, çaresizliğin ortasında şehirlerin meydanlarından kovulup görünür olunmaları engellenirken, kıyı kentlerinde turistleri rahatsız ettikleri düşüncesiyle ön caddelerden arka sokaklara surların, dışına ite kaka kovalanmışlar, sürülmüşler. Şimdi onlar o kovaladığımız izbe metruk yapılardan, çalılıklardan sızarak gece yarısı dökülüveriyorlar kumların sıcaklığına. Gündüzün şen şakrak plajlarında suskun kandiller gibi sıralarını bekliyorlar aydınlatmak için mavinin genişliğini.

Şehirlerin göğüne yıldız yerine astığımız can yeleklerini gece yarıları kimse duymadan, su uyanmadan kuşanıp çıkıyorlar bunca bıçak yarasını geride bırakabilme umuduyla. Mesafelerin kısalığıyla değil dalga boyuyla ölçüldüğü varlık yokluk boşluğunda, martı seslerine, suyu aydınlatan sahil güvenlik botlarına takılmadan yol alınıyor nefesler tutularak. Kimi zaman su uyuyor salıncağında nazlı nazlı, yolcusunu ulaştırıyor menziline. Kimi zaman kıyıda suskun olan deniz açıklarda gövdesinden kopan büyük adımlarla koşuyor, sürüklüyor önündeki uyduruk tekneyi, botu ne varsa, döküyor karanlık bir çığlığın keskin çukuruna. Dip balıklarına kardeş oluyor Ege’nin sularında yüzyılın lanetlileri.

Sabahın ilk ışıklarıyla kıyılara vuruyor martılardan, yunuslardan önce, ölü çocuklar, kadınlar, can yelekleri. Kumun üzerinde bir önceki geceden yatıya kalmış dingin bir gövde gibi giyitleriyle öylesine uzanmış yatıyor ölüler. Dudağının kıyısında deniz köpürmüş bir öpücük kondurmuş sanki mavi ağzıyla gecenin soğuk tenine. Ağrımasın diye parçalanan ciğerlerinin savrulan her parçasına düşmüş yıldız tozları.

Bu büyük yalanın parçası olan medya devreye giriyor, timsah gözyaşlarıyla ağıtlar yakılıyor. Daha dün dükkânından sokağından kovduğu, ülkemizin aşına ekmeğine ortak oldu diye linç etmeye kalkıştığı insanlar için.

Bunca acının içinde soruna sadece “mülteci” sorunu olarak bakan dünyanın emperyalist güçleri toparlanıyor İstanbul’da. Yine sorunun kaynağının kendileri olduğunu perdelemek istercesine kabul edecekleri göçmen Suriyeli sayısını açıklıyorlar bir bir açık arttırmaya çıkmış gibi. Bunlara en iyi yanıtı Macaristan sınırından genç bir çocuk veriyor:

“Biz Avrupa’ya gelmek istemiyoruz. Savaşı durdurun.”

Kobanili baba kıyıya vuran iki çocuğunu ve eşini alarak dönüyor ülkesine. Büyük düşlerle çıktığı yolculukta elinden kayıp giden canlarının yasıyla, şimdi yıkılmış bir şehirde tutunmaya çalışıyor yeniden anıların iyileştirici mucizesiyle. Ne kadar iyi olunabilirse, ne kadar yaşanabilirse böyle bir acıyla işte o kadar.

Can yeleklerinin yıldız yerine göğümüze asıldığı gecede can yelekleriyle canlar düşüyor yanı başımıza.

Artık, Kıyısı Olmayan Ölülerle, Kıyısızların Gözyaşındayız