9 Mart 1971 akşam saatleri... Ankara’da Adakale Sokak’taki Aydınlık dergisinin bürosundayız. Tam kapı karşımız, Doğan Avcıoğlu’nun Devrim gazetesi (Hasan Cemal ve Uluç Gürkan yazıişleri müdürleri)... Devrim gazetesinde başka günlerdekinden farklı bir hareketlilik söz konusu... Kapıları bir açılıp bir kapanıyor, sivil kıyafetlilerin yanında üniformalılar da dikkat çekiyor.
O gün ne olduğunu tam anlayamadık. Sonradan, darbecilik tarihine ‘9 Mart Hareketi’ olarak geçen sürece tanıklık etmiş olduğumuzu fark ettik. 27 Mayıs’ın ‘eksik’ kaldığını düşünen, kendilerini ‘Kemalist’ olarak tanımlayan asker-sivil bir grup, hükümeti bir darbe ile düşürmek için harekete geçmiş ve başarısız olmuştu. Başarıya ulaşmaları durumunda, Baas tipi bir tek parti rejimi kuracak ve ‘Atatürk devrimleri’ni derinleştirme söylemi etrafında bir siyaset izleyeceklerdi.
12 Mart 1971’de, TSK komuta kademesi, 9 Mart’ın önünü kesmek için bir muhtıra yayımladı. Hükümetin çekilmesi ve ‘Atatürkçü reformların’ devam ettirilmesi isteniyordu. Muhtırayı veren iki komutan (Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur) 9 Martçıları son anda terk ederek dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın safına geçmişlerdi.

Solcuların şaşkınlığı
27 Mayıs’ın yarım kaldığını düşünen birçok solcu, 12 Mart günü yayımlanan ve ‘Atatürk inkılapları, reformlar’ gibi kavramlara da vurgu yapan bildirinin amacını sağlıklı değerlendiremedi. İlk gün birçok sosyalist örgüt, müdahaleye olumlu baktıklarını ifade eden ortak bir bildiri yayımladı. Darbenin gerçek niteliğinin anlaşılması uzun sürmedi. Müdahale ‘Baas türü’ değil, ‘ABD türü’ bir müdahaleydi. Asıl büyük kırılma ise İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom kaçırılınca yaşandı. 26 Nisan 1971’de sıkıyönetim ilan edildi ve solcu aydın avı başladı. Yüzlerce aydın gözaltına alındı, tutuklandı.
TİP ve Erbakan’ın Milli Nizam Partisi kapatıldı. Çok sayıda devrimci genç, pusularda, sokaklarda öldürüldü. 1961 Anayasası’nın özgürlüğe açık hükümleri kaldırıldı. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edildi.
12 Mart’ın, ideolojik bakımdan, 27 Mayıs’la farklılıkları vardı. Ancak askerin siyasi ağırlığının artması ve militarist kültürün pekiştirilmesi bağlamında, 27 Mayıs’ın kurduğu temeller üzerinde ilerlendi.
27 Mayıs, seçilmiş hükümetin başbakanını ve iki bakanını idam etti; 12 Mart, üç sosyalist genci idam etti. 27 Mayıs’ı CHP’liler destekledi, 12 Mart’ı CHP’nin devletçi kanadıyla birlikte 27 Mayıs mağdurlarını temsilen kurulan Süleyman Demirel’in Adalet Partisi destekledi.
12 Mart, askerin siyaset üzerindeki tahakkümünü sistemleştirmeyi hedefleyen bir anlayış üzerine inşa edildiyse de, koşullar Meclis’in ortadan kaldırılmasına uygun olmadığı için 1973 Ekimi’nde genel seçime gidildi. Muhtıraya karşı çıkan ve bu tutumuyla İsmet İnönü’yü CHP’deki tahtından indiren Bülent Ecevit’in CHP’si birinci parti haline geldi.
Ecevit-Demirel ittifakı, cuntanın adayı Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı olmasını engelledi. Parlamenter rejim, darbecilere karşı önemli bir başarı kazanmıştı. Askerin içindeki ‘darbe özlemi’ bir süreliğine yarım kaldı. Daha sonra, ABD’nin de desteğiyle hazırlanan 12 Eylül 1980 darbesi, yarım kalan özlemlerin ve tutkuların gerçekleştirilmesini sağladı.
12 Mart 1971 müdahalesi, daha sonra başımıza geleceklerin ikinci provasıydı. 12 Mart döneminin sonunu getiren 1974 Af Kanunu’yla Mamak Askeri Cezaevi’nden çıkarken, bizi kapıdan yolcu eden gardiyanlar, “Buraya öyle bir cezaevi yapılıyor ki bir dahaki gelişinizde bugünleri çok arayacaksınız” dediler.
Mamak’ın meşhur 1 No’lu cezaevi, 12 Mart’ta inşa edilmeye başlanmış, 12 Eylül öncesi hazır hale gelmişti. 12 Eylül darbesinin ardından Mamak’a gittiğimizde hepimizi korkunç bir baskı mekanizması bekliyordu.
Darbenin tadına varan askerler, Türkiye’yi yarım kalan yerden devraldılar ve etkisini sonraki 30 yıl boyunca çok yoğun şekilde hissettirecek olan darbeci rejimi inşa etmeye koyuldular.
12 Mart 1971’i iyi incelemeden 12 Eylül 1980 ve sonrasını anlamak kolay değildir.