İsveç’in hala itibarlı kadın şairi Karin Boye’nin seksen yıl önce, intihar ettiğini öğrendiğimde içim sızladı. İntihar eden kadın şairlerin yazgılarını düşündüm. Öyle bir yazı yazmak istedim, fakat bu yazı iyimser ve içinde umut barındıran bir yazı olamazdı. Eğer bir yazı umut ve iyimserlik barındırmayacaksa niye yazılmalı? Yeterince acı yok mu?

Edebiyattan ve özellikle şiirden konuşmak bir ihtiyaçtır. Bu yazı da işte öyle bir ihtiyaçtan ötürüdür.

Şiir en çok aşka yakışırdı. Şiir aşka ihtiyaç duyar, başka türlüsü eksiktir hep. Kavga şiirlerini düşünelim mesela, bu şiirlerde bile mananın derinliği aşk denen “şey” ile cisimleştiğinde güçlü hissedilir.

Şiirsiz hayat zor. Aşksız hayat ceza. Allah hiçbir kuluna öyle bir ceza vermesin. Şiir de en çok bizim topraklarda yeşerir. Şiir, Anadolu’da, Mezopotamya’da, İran’da ve bilcümle doğuda güçlüdür. Şiiri güçlü var eden şey aşk ise aşkı var eden feda duygusudur. Feda duygusu ise yine bizim toprakların hissiyatıdır.

Batılının fedaya, aşka ve şiire biçtiği değer asla bizim gibi değildir. Batılı bunu abartılı bulur, haklı da, abartı bizim işimiz. Fakat bir ayrıntı var. Biz abartmıyoruz, abartıyı yaşıyoruz, burada kültürel bir tutarlılık var.

Velhasıl asla şairleri sevmem, güvenmem ama şiirsiz de kalınmaz biliyorum. Bu ülkede hatırı sayılır bir şair kitlesi tanıdım. Bir dönem işsizken Ankara’da pasajların birinde beşinci katta felan şairlerin takıldığı tek odalı bir çay ocağı bile işlettim, beş, altı ay. Üstelik öyle güzel para kazandırdı ki bazen aylık 2 memurun maaşını solladı. Lakin bir sefil kitlenin kahrı çekilmez. Şairi tanıma, şiirsiz de kalma en güzel yol bu.

Yukarıdaki paragraf sert oldu biliyorum. Elbet çok güzel, naif, yazdıkları gibi yaşayan şairler de vardır. Onlar eli sıkılası, eli öpülesi… Yazdıklarım onlara değil elbet. Sennur Sezer gibi eli öpülesi, Yücel Kayıran gibi eli sıkılası, çay içilesi şairler de var. Var da, azlar be değerli okur.

Yazgı, güçlü bir kudrettir. Yazgının gücüne inanıyorum.

Suriye’de sözde İslamcı paralı askerlerin saldırılarından kaçan insanları topluyorum etrafıma bazen. Onların hikayelerini dinliyorum. Halepli, İdlibli, Şamlı, Hamalı köylü ev kadınlarını, eğitimsiz adamları, kendi yazgılarını oya gibi öre öre İsveç’e yolculukları bana yazgının canlı dinamik ve tamamlanmayan bir şey olduğunu hatırlatır hep.

Bazen Eritreliler ile konuşuyorum. Haritada yeri olmayan köylerden, susuzluktan, çöllerden, savaştan, sınırlardan günler ve aylar süren yolculuk yapma kudretleri yazgının cüzi irade ile külli irade arasındaki muhteşem uyumunu gösterir.

Bitti denilen her yerde, yeniden hayat mümkün kılar kendini.

Aşk güzel şeydir. Aşk insanları eşitler, örgütler, imkânsız halleri imkânlı eder. Bu soyut duygu şükürler olsun ki insanların kalplerinde bir mermer taşı kadar somutlaşır.

Nilgün Marmara, Karin Boye, Sylvia Plath ve ölüm şekli hala tartışmalı olan Füruğ Ferruhzad…

Nasıl bir yazgıdan geçip, ortak bir sona ulaştılar?

Neler yaşadılar, nasıl yaşadılar, niçin intihar ettiler?

Nilgün Marmara, Karin Boye, Sylvia Plath ve Füruğ Ferruhzad iyi eğitim almış şairlerdir.

Füruğ Ferruhzad’ın ölümü kesin intihar değildir. Bir araba kazasıdır.

Ferruhzad, Güvercinin Ruhu şiirinde “Allah'ım, / Güvercinin ruhunu vahşi hayvanlara emanet etme” der. İnsanın aklına hep Rakel Dink’in “Gelin, bu ülkedeki güvercin tedirginliğini kaldıralım, güvercinlere kıymayalım'' çağrısını hatırlatır.

Çoğumuz, “Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" dizesi ile hatırlarız Nilgün Marmara’yı, oysa bu şair “bana ne getirdin çocukluğundan” demiştir, “Ancak yazgıdır bu” şiirinde.

29 yaş ne kısa bir ömür… Bu hayatı başka bir hayatın bekleme salonu olarak gösteren kırılganlığı anlamamız çok zor.

Karin Boye’nin, “Evet tomurcuklar patladığında acıyor / Başka neden bahar tereddüt ederdi” dizelerinde demek istediği acaba bu hayatı yaşama tereddüdü mü bilinmez…

Stefan Zweig’ın 61, Virginia Woolf’un 59 ve Cesar Pavese’nin 42 yaşında iken intiharları edebiyata büyük haksızlıktır.

Daha yazacakları birçok roman ve öykü olmalıydı. Gabriel García Márquez gibi 87 yaşına dek yaşayıp yazabilirlerdi. Edebiyata haksızlık yaptılar. Özellikle Cesar Pavese’nin 2. Dünya savaşının bitiminden sonra intihar etmesi trajikti. “Ulek savaş bitmiş işte, intihar da ne?” diyesi geliyor insanın…

Virginia Woolf’un cebindeki çakıl taşları, Cesar Pavese’nin “yaşama uğraşı”, Sylvia Plath’ın “ben dikeyim ama yatay olmayı seçerim” derken bir ağacın kökleri olamaması ancak ironi olabilir.

Hepsinin hayatı bir ironiydi. Hepsinin hayatı bir yenilgi.

Oysa hayat mutlaktır. Tıpkı Cesar Pavese’nin “Yoldaş” romanındaki Pablo karakterinin taşıdığı umut ve iyimserlik gibi.