Geçenlerde bir arkadaşıma rastladım. Üniversiteyi aynı yıllarda okumuştuk, o zamanlar pek samimi olmamakla birlikte ara sıra ortak arkadaşlarca bir masanın etrafında toplanırdık. Birkaç öykümü okumuştu bir yerlerden.

“Duydum ki öykü yazıyormuşsun, birer çay içelim de sana kendi öykümü anlatayım” dedi.

On yıldır öğretmenlik yapıyordu, doğrusu on yıldan fazladır onu görmemiştim ve hatta tanımakta ilk başta epeyce zorlandım desem yeridir. Çünkü o tanıdığım parlak yüz gitmiş yerine yıpranmış çökmüş bir çehre bırakmıştı. Yürüyorduk o sırada, karşımıza çıkan ilk kahvehanede oturduk. Birer kaçak çay istedik. Her şeyin kaçağı-yasağı buralarda sevilir de. Oldum olası kahvehanelerde oturmayı severim, kafelere ya da başka yerlere tercih ederim buraları belki de amcamın kahvehanesine (yıllar önce amcamın kahvehanesi vardı, şimdi yok kafelere yenildi) takılmakla bu huyu edindim.

“Evet,” dedi arkadaşım, “o zamanlar on altı yaşımdaydım, lise ikiye gidiyordum. 90’ların sonuydu, ama Batman’da korku hâlâ 90’ların başı kadar etkiliydi. Biliyorsun 90’ların başı Kürtlerin yaşadığı bu yerler çok daha korkunçtu. Tabiri caizse gölgemizden bile korkuyorduk. Bir taraftan devlet diğer taraftan Hizbullah, benim yaşımda dağa çıkanların sayısı da az değildi. Daha on altı yaşımdaydım, hakikaten bilmiyordum, gençtim toydum, on altı yaşında ki bir insan hayat hakkında ne bilebilir ki, ben de en fazla o kadar biliyordum. Bir gün okul çıkışında, dün gibi hatırlıyorum, Aralık’tı, soğuktu ve okul çıkışı saatlerinde karanlık basardı. Bir araba önümde durdu, böyle filmlerdeki gibi değil, önümü felan kesmedi, kaldırımın yanına park edip durdu. İki adam çıktı içinden, “Arka tarafa geç,” dedi biri, onun bu sert bakışlarına ve ses tonuna hayır diyebilecek gücü bugün bile bulamazdım, bindim. Beni Kıra Dağı’na götürdüler, şimdiki gibi restoranlar ve kafelerle donatılmamıştı Kıra Dağı, rengârenk parlak ışıklar yoktu. Gerçi eskisinden daha da karanlık yerleri hâlâ var. Cesedini atsalar buraya, haftalarca ölünü gören olmaz. Hayatımın en büyük dayağını o dağın başında, o gün yedim. Sonra beni götürüp bir caminin bodrum katında (tuvaletler ve tabut o kattaydı), tabutun içine koydular ve üstüme birkaç çivi çaktılar. On altı yaşımdaydım ve hakikaten ölümden korkuyordum, daha doğrusu tabuttan. Bütün gece dövseler tabuta konulmaktan razıydım. Sabaha kadar uyumadım desem, herhalde yalan söylemiş olmam, ama mesele uyuyamamak değil burada, korkmak. Müezzin buldu beni, çivilerini söktü kapağın, on altı yaşındaki bir çocuğun ürkmüş ve korkmuş yüzüne uzun uzun baktı. Bu arada, altıma da pislemiştim, artık bunu gizlemeye hiç gerek duymuyorum. Bugün bile ne zaman bir caminin önünden geçsem, korkarım ve inanır mısın, azıcık kaçırırım. Dağa çıkmak mı, hayır bir daha bunu aklıma bile getirmedim. Altına kaçıran birinden…”

Gülüyor burada arkadaşım, kim bilir belki de öyküsünün komik olduğunu düşünüyor. Akvaryumdaki bir balık ne kadar komikse işte.

“Öykümü yaz, ama adımı vermeden, o pis ellerin bir daha bana dokunmasına katlanamam, ölürüm daha iyi“ diyor.

Birer çay daha içiyoruz, ben suskun arkadaşım suskun. İnsan yarası kadardır, sözü aklıma düşüyor. Suskunluğumuz daha da artıyor. Üçüncü çayımızı bitirmeden kalkıyoruz, bir daha da onu görmüyorum.

Tuhaftır, benden istediğini yapmama gerek kalmadan adını unutuyorum. Şimdi daha iyi görüyorum; adı değil, insan yarası kadardır.