Fotoğraf: MUHSİN AKGÜN

NEDEN
Bir tartışmadır gidiyor. Kısa süre önce ıstanbul şehir Tiyatroları’ndaki çeşitli oyunlarla ilgili ‘müstehcenlik’, ‘devletin parasıyla bayağılık’ sergilendiği söylendi. Repertuvardaki oyunların yüzde sekseninde ‘cinsel sululuk ve müstehcenlikle seyirciye hakaret edildiği’ iddia edildi. Yine aynı günlerde, muhafazakâr basından bazı yazarlar ise bağımsız film festivalindeki ‘ahlaka mugayir’ eserlerin sakıncalarından söz ediyordu. Geçen hafta tartışmayı başka bir boyuta getiren “Muhafazakâr sanatın normlarını oluşturma yükümlülüğündeyiz” açıklaması ise Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Mustafa ısen’den geldi. Türkiye’de güncel sanatta bence bir otorite sayılması gereken, yıllardır bir özel sanat kurumunun yöneticiliğini yapan küratör Vasıf Kortun, bu olanları nasıl değerlendiriyor, tartışmanın neresinde duruyor, öğrenmek istedim.

Ahlaklı sanat diye bir şey olur mu?
Sabah kalkınca aynaya bakabiliyor olmak, geride kalan günden utanç duymamaktır ahlak. Sanatta ahlakın tanımını bu kalıplara göre yapamayız herhalde. şu kadarını söyleyeyim: Ülke bünyesine uygun sanat diye bir şey olmaz. Görsel sanatlar alanında Türkiye kadar muadilleri arasında çıplaklık, erekt penis vesaire gibi bedenin ön görünüm sunumundan çekinen az yer vardır. 

Muadilleri derken?
Bu anlamda tabii ki Mısır’dan, İran’dan daha rahat ama örneğin Lübnan’dan, Ukrayna’dan yahut kapı komşumuz Bulgaristan’dan değil. Tartışırken illa Ortadoğu’dan endeks almak gerekmiyor. Türkiye’nin 20. yüzyıl sanat tarihine baktığınızda gayet mazbut, edepli, anaç, kuşatıcı, sevimli, yani avangard jestlerden çok uzak işlerle karşılaşırsınız. Bunun son yıllarda biraz kırıldığını söyleyebilirim. 90’larla birlikte ortaya çıkan kadın sanatçılar kendilerinden önce gelenlerden çok daha bıçkın işler yaptılar. Ama onların da çok küçük bir bölümü bedenin konumlanması ve cinsiyet ilişkileriyle ilgileniyordu. Canan Şenol’unki gibi derin ve kendi coğrafyasından beslenen işlerden söz ediyorum. Beden üzerinden yapılan ciddi işlerin mutlaka korunması gerektiğini düşünüyorum. Aslında bu konuya Türkiye’deki üniforma tarihi üzerinden bakmak gerekiyor. 

Nasıl yani?
Üniforma derken temiz aile kuşağı diyebileceğimiz kuşağa mensup kadınların kıyafetlerinden de söz ediyorum. Çünkü o da zoraki bir üniformadır. Ne daha fazla ne daha eksik. şu anda İstiklal Caddesi’ne çıkın, herkesin gri, kahverengi, siyah giydiğini göreceksiniz. Çünkü sokakta dahi gayet içselleştirilmiş bir dikkat çekmeme hali var. Ki bu cadde İstanbul’un cazibe merkezi. Türkiye’de modernizmin getirdiği üniforma ile modern öncesi dönemdeki üniforma biçimleri her ne kadar birbirine karşıt gibi görünse de aslında birbiriyle süreklidir. Zaten tesettüre bakış da bu pencereden değerlendirilmeli. Modern üniformalılar tesettürlülere ‘Sosyal hayata karışması için benim gibi giyinmeli’ diye baktıkları için memleketin en kadim sorunlarından biri oluşmuştur. 

Sanat da bu üniformalarla mı yapıldı Türkiye’de?
Sanatçılar da başka bir dünyanın parçası değiller, bu iklimde yetiştiler. Dolayısıyla sanat muhafazakâr olsun diyenlerin problemini de anlayabilmiş değilim. Onlara “İçiniz rahat olsun, sanatımız gereğinden fazla mazbuttur” diyebilirim ancak. 

Siz bunu sanat anlayışı açısından pek de makbul bulmuyorsunuz. Peki bunun müsebbibi Cumhuriyet ideolojisi değil mi?
Fakat Cumhuriyet ideolojisi ve sanat birlikteliği diyebileceğimiz şey ancak II. Dünya Savaşı’na kadar o yoğunlukta işlemiştir. Ondan sonra yıpratılmış ve kendini yeniden üretmemiştir. Dolayısıyla o manada hakiki kültür mühendisliği II. Dünya Savaşı’yla sona erdi. 1946’dan sonra zaten başka bir yere geçiyoruz. 

Niye mazbut kaldı o zaman?
Erken Cumhuriyet dönemindeki toplum mühendisliğini bugün durduğumuz yerden eleştirmeye çalışmak yetersiz. O döneme Hitler Almanyası ve Sovyetik Rusya üzerinden bakmamız gerek. O zamanın gündemiyle bu zamanki bir değil. Bugün biliyoruz ki kültür bir hizmet değildir. Ne tiyatrocular, ne sinemacılar ne de herhangi bir kültür kurumu, kendimizi kandırmayalım, biz hizmet sektöründe değiliz. Böyle bir zorunluluğumuz da yok. 

Devlet aksi şekilde düşünüyor olabilir mi?
Ama yani, bu işin mühendisliği de 2012 yılında yapılamaz. Ayrıca bu mühendisliği yapacak araçları yok. Çünkü kültür üretilemez. Kültür olmuş olan bir şeyin tarif edilmesidir. Ama son dönemde ‘devletin parasıyla ahlaksız oyunlar’, ‘ahlaksız filmler’ veya ‘muhafazakâr sanat olsun’ sözleriyle karşılaştığımda vizyoner bir girişimden çok menejeryal, işletmeci bir plan görüyorum. Yani topyekun bir alternatif sanat ortamı oluşturmaktan çok, sanat ortamının idare edilme şeklinin değiştirilmesi gündemde. 

İdare şeklini değiştirince ne oluyor?
Başka iktidar gelir, bir daha değiştirir. Bakın, aynı sözler 1980’lerde ABD’deki sanat ortamı için de edildi. Hatta bugünün Hollandası’ndaki aşırı sağcıların dilinden de eksik olmuyor. Kültür kurumları bu tür saldırılara dünyanın dört bir tarafından maruz kalıyor. Baş etmenin yolu da yerel çözümler değil. 

Nedir?
Daha enternasyonal ittifaklar gerekiyor. Örneğin o yüzden sanatçı ve yazar arkadaşlarımızla İçişleri Bakanı’nın sanat ve terör tanımı yaptığı konuşmasını anında İngilizceye çevirip başta Dünya Müzeler Birliği olmak üzere her yere yolladık. Ve hepsi de ciddiye aldılar. 

Size göre Türkiye’nin sanatta çıplaklığın ve cinsiyet ilişkilerinin kullanılmasıyla ilgili tahammülsüzlüğü nereden geliyor?
İslam dinini bu yönde araç olarak kullanarak toplumsal zemin oluşturmak. Ya da tersine çevirelim, burası Hıristiyan bir ülke olmadığı için. Bakın şunu anlamak gerek: Edepsiz olanı kamu fonlarıyla desteklememe siyasetiyle, edepli ve mazbut kültür ürünlerini üretecek olanları üretmek, dolayısıyla kültür mühendisliğine girişmek arasında çok ciddi bir fark var. Birincisi herhangi bir iktidarın tercihi olabilir, ikincisi ise iki savaş arası modeli, eh bu da olamayacağına göre bu ancak ‘menejaryel’ bir meseleye indirgenir, geçici bir insan ve emek israfıdır. Guerilla Girls (sanatçı inisiyatifi), ötekiliğin baş düşmanı rahmetli North Carolina senatörü Jesse Helms’e şöyle bir not göndermişti zamanında: “Büyük müzelerde sergilenen penislerin büyük bölümü ısa bebeğe aittir!” Bizde böyle bir şey yapılabilir mi? Yani müsterih olun sevgili mazbut ve edepli sanat isteyenler, Türkiye’de sanat ve kültür zaten yeterince mahremiyete özenli… 

Öyleyse insan bedeninin kullanılmasıyla ilgili sınırınız bu?
Örneğin ben ıstiklal Caddesi’ndeki bir sanat kurumunun programlarını yönetiyorsam ve o kurumun caddeden geçen herkesin adım atıp dolaşabildiği giriş katında bir sergi alanı varsa dikkat edeceğim unsurlar vardır. Çünkü olası izleyicilerle ilişkimizi ilk andan husumet üzerine kurmak istemem. Önce bir tartışma alanıyla hazırlamayı tercih ederim. Sınırım şudur: Çok sansasyonel bir imgeyi, eğer o imgenin hikâyesinin arkasında duramıyorsam göstermem. Örneğin şu anda üçüncü katımızda Paul McCarthy ve Mike Kelly’nin bir videosu var ki; şehir tiyatrolarında olabilecek bir sürü oyundan müstehcen. Ama çocukluk, fetiş kavramları üzerine müthiş uyarıcı, zeki bir eser. O yüzden de uyarı ibaresiyle sergiliyoruz. 

Halkın ahlakını bozuyorsunuz derse biri?
Kendi adınıza diyebilirsiniz. Ama siyasetçiler diyemez. Başbakanların, cumhurbaşkanlarının bu eleştirilere hakları yok. Çünkü orada eleştiren birey değil, makamdır. Ki bu son derece tehlikelidir. Geçici bir zaman dilimi için beni temsil etsin diye oy verdiğim kişinin görevi beni sanata karşı korumak değildir. Korunması gereken kültür ve sanattır. 

Muhafazakâr sanat gelişsin demekte ne gibi bir sakınca var?
Muhafazakâr sanat nedir? Sanat üretimini bir araca dönüştürmek, ona bir reçete yazmak bu işin bünyesine aykırı. Muhafazakâr dediğiniz vakit, nereye dönük bir muhafaza etmekten söz ediliyor? şu anlama mı geliyor: “Biz muhafazakârın ne olduğunu tarif edeceğiz ve bunu belirlediğimiz kültür elçileri üzerinden yeniden üreteceğiz.”

Mesela evet...
Hayatta karşılığı olmayan bir anlayış. Kültür büyük adamların beş yıllık planlarıyla üretilemez. Bunu yapmaya çalıştığınızda Hitler Almanyası’nın ideal sanatçı tarifleriyle iş yaparken bulursunuz kendinizi. 1990’larda ABD’den Türkiye’ye döndüğüm zaman inançlı, mazbut insanlardan çıkacak bir sanat üretimi var mı diye çok merak etmiş, araştırmıştım. 

Ne buldunuz?
Yoktu öyle bir şey. Örneğin Mısır’da benim namazında niyazında sanatçı dostlarım var. Onların işlerine baktığınızda inancına dair hiçbir şey göremezsiniz çünkü ifşa edilecek bir şey değildir. Bakın burada İslami sanattan bahsetmiyoruz. İşin kötüsü muhafazakâr derken nasıl bir sanattan bahsedildiğini de çözemiyoruz. Ama elinizde gazeteler, televizyonlar, her köprünün altından sallandırabileceğiniz büyük afişler varsa çeşitli sergiler açar, ‘ülkenin has sanatı’ olarak lanse eder, bir sürü de insan çekebilirsiniz. Ama o ‘has sanatın’ Yeşilköy’den öteye hiçbir anlamı olmaz. Arkasına isterseniz devletin bütün imkânlarını koyunuz, yine kimse almaz. Diyelim ki büyük bir tiyatro oyunu ürettiler yahut da kocaman bir sergi... 

İçinde ne olur o serginin?
Bir sürü fabrikasyon iş yapılabilir. Yeni sanatçı grupları icat edilebilir. Mazbut, insanları mutlu edecek işler... Ama iki gün sonra unutulur. 

Öyleyse içiniz rahat?
Elbette hayır. Biz bu tür tartışmalar tehlikeli bir boyuta gelirse ne yapacağımızı konuşuyoruz. Devletin kültür idaresi nasıl olmalıdır meselesi tabii ki konuşulmalı. Eğer tartışma buraya yönlendirilirse, memnun olurum. O durumda biz de, devlet sanat kurumlarına kol boyu uzaklıkta durmalıdır deriz. Yani müdahale etmeyecek, koruyacak. Ama hegemonyacı bir anlayış, kapalılık üzerine kurulu bir sistemin oluşturulmak istendiği ya da en azından tartışıldığı seziliyor. Bunun yüzde biri tutsa, zarardır. Halbuki kültür ve sanatta özgür düşüncenin bazen toplumdan korunması gerekir yaşayabilmesi için. Buna doğru bir gidiş maalesef göremiyorum.