Dünyanın çeşitli İslam ülkelerinde Müslümanları meşalelerle sokağa döken, vandalizme ve 19 kişinin katline iten uyduruk filmin (Müslümanların Masumiyeti) provoke etmek üzere çekildiğine, yapımcı ve yönetmenin karanlık ve bilinmez bağları olduğuna dair bir şüphe hiçbirimizde yok. Şimdi bir adım öteye geçip Birleşmiş Milletler’de İslamofobiye karşı lobi yapmaya karar veren Başbakan Erdoğan’ın zaviyesinden bakalım. Ve fikir cimnastiği yapalım.

* * *

Birinci konu: Bir dine hakaret etmekle o dine mensup tüm kimselere hakaret etmek arasında fark vardır. Yine, bir dine hakaret etmekle nefret söylemi arasında da fark vardır. Nefret söyleminin, klasik tanıma göre, merkezindeki grubu, ‘diğerleri’ tarafından şiddete uğrayacak şekilde hedef göstermesi gerekir.

Örneğin; bir gazetenin ‘Akdamar Kilisesi’nde bayrak açtılar: ERMENİ TAHRİKİ’ diye başlık atması, bu ülkede Ermeni olmayanları, Ermenilere karşı şiddet kullanmak konusunda kışkırtabileceğinden nefret söylemine girer.

Örneğin; bir gazetenin ‘Yahudi Siyonist planlarıyla işbaşında’ diye başlık atması, bir sağlık bakanının “Çevrenizdeki şişmanları aşağılayın, zayıflasınlar” şeklindeki güzide öğüdü, adresi çok belli kesimler için ateist ve zerdüşt kelimelerinin en üst makamlar tarafından aşağılama ifadesi olarak kullanılması nefret söylemine girer. Çünkü söylemin merkezindeki grubu, geri kalan çoğunluğa karşı hedef göstermektedir. Sözlü ya da fiziki şiddetle karşılaşmaları muhtemeldir.

Şimdi söz konusu film, provokatif olabilir ama takdir ederseniz ki Müslüman olmayanları, Müslümanlara karşı kışkırtma niyeti ve özelliği taşımamaktadır. Zaten sonuçta 19 kişiyi öldürenler de gayrimüslimler değildir. Bu film nedeniyle Müslümanların inancına, ibadetine, malına yahut canına zarar gelmemiştir.

Öyleyse provokasyon ve nefret söylemi arasındaki farkı hallettik.

* * *

Gelelim ikinci mevzua. BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 20. maddesinin 2. fıkrasına göre: “Ayrımcılığa, kin ve nefrete veya şiddete tahrik eden herhangi bir ulusal, ırksal veya dinsel düşmanlığın savunulması hukuk tarafından yasaklanır.” Fakat bu madde BM İnsan Hakları Komisyonu’nda 11 yıldır tartışılan ‘Dine Hakareti Önleme’ hükmünün kabul edilmesine temel oluşturmaz. Bu hüküm İslam Konferansı Örgütü tarafından defaatle gündeme getirilmesine rağmen ifade özgürlüğü savunucularının lobisi nedeniyle genel kuruldan geçememiştir. O yüzden İslamofobinin ne olduğunu peygamberi aşağılayan bir filmin üzerinden anlatmak hem stratejik açıdan hem de demokratik teamül açısından doğru değil.

Eğer Başbakan Erdoğan, İslamofobiye karşı bir hükmün BM’den geçmesi için öncü olmak istiyorsa İslam dininin kutsallarına saygıdan yahut Müslümanların hassasiyetlerinden bahsetmemeli.

Çünkü “Dinime küfrettiler, çok alındım. Alınmamak istiyorum” şeklinde bir talebe nasıl bir cevap verileceğine, ‘alınmama’ diye bir insan hakkı olamayacağına, eğer olsaydı ifade özgürlüğünün çoktan ruhuna dua okumamız gerekeceğine hepimiz vâkıfız. İnsan haklarının korunmasıyla dinin veya ölmüş dini liderlerin haklarının korunması arasında da fark olduğunu da biliyoruz.

* * *

Öyleyse yapılması gereken, sadece ABD’de 2010’da Müslümanlara karşı işlenen suçların yüzde 50 arttığını, Müslümanların isimlerine, kılığına kıyafetine bakılarak hak ettikleri işlerden, ücretlerden, yaşam alanlarından mahrum kaldığını anlatmaktır. Müslümanlara karşı günlük dile işlemiş ve yemek sofralarına varmış ayrımcı sözlerden bahsetmek gerekir.

Tabii BM’de bunu anlatırken zihnin gerisinde şunları düşünmek de adaletli olacaktır: Dünyanın bize denk gelen bu parçasında artık niye çok az Ermeni, çok az Yahudi, bir avuç Rum kaldığını, her Allah’ın günü anti-Semitizm suçu işleyen bir gazetenin niçin makamlara, uçaklara kabul edildiğini... Bunların hangi nefret ve fobiler sonucu hayata geçtiğini... Şöyle bir düşünmek lazım. İçimizden tabii. Sessiz olarak.