Meymenet memlekete uğramıyor. Bu net.

Cephanelik, çevresindeki masumlarla havaya uçuyor.

Karakollara saldırılar yapılıyor. Karakolların önünde bedenler patlatılıyor.

Ordu son 7 ayda 330 kişiyi öldürmüş olduğunu, cirosunu açıklayan bir şirket gibi bize bildiriyor. Böylelikle ‘terörü’ etkisiz hale getirdiğini bilmemizi istiyor. Güveniniz tam olsun yani, diyor. Köhne ve acımasız bir edayla.

İktidardaki parti, siyasi hayatının üçüncü dönemine, 50 yıla yayılsa ancak tedavi edilebilecek yaralar sığdırmakta mahir. Bu da net.
Hata yapma, hata yaptığını söyleyene kükreme, hatada diretme, hataların uç uca eklenerek devasa bir felakete dönüşmekte olduğunu görmek istememe... Bu konu başlıklarında her gün nasıl daha da ustalaşabilirim acaba diye kendisiyle yarışıyor, yeminle.

Ha biz böyle yuvarlanarak toz duman düşerken, ne dediği katiyen anlaşılmayan, vızıltı şeklinde bir de muhalefetimiz var. Vız, vız. Düt. Müt. Minval bu.

İnsanın bu meymenetsizlikte, bugünden yarına olsun, herhangi bir gelecek tahayyülüne girişmesi mümkün müdür? Bakın işte, girişince ne oluyor, gencecik bir insan ne hale geliyor...

* * *

Bir okurdan mektup aldım. Son zamanlarda beni bu kadar etkileyen, yukarıda saydığım kimse ve kurumların bir türlü anlayamadığı hali pür melalimizi bu kadar iyi özetleyen bir hikâye dinlememiştim. Kendisi adını vermemi istemedi, nedenini onu dinleyince anlayacaksınız:

“1993 Muş-Varto doğumluyum. Bu yıl üniversiteye başlayacağım Ankara’da.

Liseyi kazanana dek Muş’ta doğup büyümüş biri olarak özellikle kendi çevremde doğu-batı farkını yaşamış ve çok fazla olmasa da 19 yaşıma dek elde ettiğim yaşam tecrübeleriyle bazı tespitlerde bulunma arayışı içerisinde olan biriyim.

Kürt meselesiyle ilgili şu anda gelinen durum beni o kadar çok endişelendiriyor ki toplumda çıkacak büyük gerilimli olayların içinde bir anda kendimi de bulabilirim sanırım.

Evdekiler ‘Sakın sokakta, en çok da üniversitede kimliğini belli etme. Zaten tipin müsait, linç ederler seni’ diyorlar. Bu durum tabii ki hem onları hem de beni kötü etkiliyor.

Bayramda Varto’daydık ve bizim tek katlı evin temeline su kaçıyormuş. Nedir, ne değildir diye öğrenmeye çalışırken annem ağlamaya başladı. Meğer annemgilin eski arsalarının oradaki bir su kaynağından sızıyormuş. Bizim orada böyle küçük su kaynaklarına ‘çirik’ derler. O kadar inşaata rağmen hâlâ kurumamış, evin temeline akıyor. Eskiden orada yaşayan Ermenilere aitmiş bu kaynak. Anneannemden öğrendim ki ‘çirik’ Ermenice suyun başı demekmiş.

Anneannem buralarda yaşayan Ermeni komşularından bahsetti. Onlara yapılanları anlattı. Ve sonra şöyle dedi: ‘Görüyor musun hâlâ kurumadı o çirik. Bizim acılarımız kadar taze.’

Ben de bu tecrübesiz ve genç yaşımda devletin bir kez daha fakına varmış oldum. Son olaylardan sonra devlet iyice güvenlikçi bir yapıya büründüğü için artık Kürt sorununun çözülebileceği konusunda umudum kalmadı.

Ama bu halkın acıları çirik gibi taze hem de gürül gürül akıyor. Bunlara kim bir son verecek? Sizin çözülebileceği konusunda ümidiniz var mı? Ben açıkçası üniversiteden sonra yurtdışında bir firma ile anlaşıp bir daha Türkiye’ye dönmeyeceğim.

Neden yazdın bunları diye soracaksanız inanın ben de bilmiyorum. İçimden geldi ve birileriyle paylaşmak istedim. Sanırım biraz da duygusal davrandım. Kusuruma bakmayın.

Ama yazıyorum çünkü korkuyorum, çekiniyorum bu ülkeden. Kimseye güvenemiyorum artık bu ülkede.”

* * *

Ümitsiz, öfkeli, hüzünlü, tedirgin, hayat planını ‘ilk fırsatta terk’ üstüne yapan gençler geliyor, farkında mısınız? Bunu görmek için Dünya Sağlık Örgütü’nün “Türkiye’deki gençler hem çok öfkeli hem de en mutsuz” sonucu çıkan taze araştırmasını incelemeniz gerekmiyor. Şöyle bir baksanız çevrenizde görürsünüz.

Şimdi soru: Dindarmış, kindarmış bir kenara. Böyle acıları çirik çirik akan, kurumayan nesiller yetiştirmeyi nasıl başarıyorsunuz? Nasıl oluyor yani, onu deyin bir bize.