Ben samimi olanı, içinde ruh taşıyanı çoğu defa katı gerçeğe tercih eden birisiyim. Örneğin dün elimde tuttuğum Thomas Mann’ın şu dört ciltlik kitabını ikinci cildinin ortalarında bırakıp Jack London’un bir romanına başladım. Thomas Mann kesinlikle London’dan çok daha entelektüel biri ve daha büyük bir romancıdır. Ama ben yine de London’un içinde daha fazla ruh taşıdığına inananlardanım ve onun romanını tercih ettim.
Şunu da eklemeliyim: eskiyi okumayı, içlerinde kaybolmayı arzuladığım gibi yeniyle de flört etmekten haz duyan birisiyim.
Dört ciltlik bir kitabı okumaya kim cesaret edebilir bu zamanda diye düşünebilirsiniz ve bence de haklısınız. Bence de bu kadar görsel bombardıman altında sayfa sayısı olarak hacimli bir kitabı okumaya çalışmak ya da öyle bir kitabı yazmaya kalkışmak akıl karı değil. Yine de en çok onlar satıyor bu dönemde bile, bu da tuhaf; ancak bu konu başka bir yazının içeriği olabilir artık.
Belki altmışımdan sonra yine dönerim Mann’a, ama kırkımdan önce bu dört ciltliğe asla.
Anne Frank’ı değerli yapan nedir, yazmış olduğu günlükleri çok mu entelektüel? Bir dahi değilse daha on altısında ölen birinin yazdıkları ne kadar entelektüel olabilir, buna siz karar verin. Dört duvar arasında birçok insanla birlikte iki yıl boyunca yaşamak zorunda kalmış bir genç kızın anıları. Bir ergenin duyguları, hayatın acımasızlıklarına bakan küçücük pencereleri…
Sahiden siz merak etmiyor musunuz, içinde saflık olan, varlığında ruh barındıran metinleri? Şiir olsun, resim olsun, öykü ya da roman olsun ve her kimden yazılmış olursa olsun?
Henüz on altısına varmadan iki şiir kitabı yayımlanmış ve henüz on sekizinde olan bir genç kızın kitapları duruyor elimde. Şiir yazan, şiir kitapları olan bir annenin kızı kendisi… Anneliği ya da çocuğunu tek başına büyütmenin zorluklarını anlatacak değilim burada. Hele bu ülkede yaşıyorsan ve babandan kalan yüksek miktarda bir miras yoksa bu çok daha zor.
Bazı kişilerin sözleri bizi daha da sarsar ya da tercih ettiği sözcükler sıradan bile olsalar canımızı daha çok acıtır.
Şiir yazan bir anne ve şiir yazan bir kız. Hem de örneklerinin fazlasıyla azaldığı bir dünya da. Nasıl olsa ailece içleri boş dizi film izlemek moda bu aralar. Anne Neval Savak’tan bahsediyorum ve kızı Neda Olsoy’dan. Geleceğe neyin kalacağını hiçbirimiz bilemeyiz. Hangi söz, hangi satır, hangi sözcük? Balzac, “Yüzlerce kitap yazıyorum, sadece biri yüzyıl sonra okunacaksa bana kâfidir,” demiş, ben filminin yalancısıyım. Sanırım başka bir şey daha da demiş: “Birde dostlarım beni sevsin diye yazıyorum.” Kimin sözünün okunacağını zaman gösterecek, belki bize değil, gelecek nesillerden bahsediyorum, tabii bu umurumuzdaysa. Baştan dediğim gibi, ben samimiyeti severim, içinde ruh taşıyana uzaktan bile olsa gözlerimi dikerim. Ve gerçek olan şu ki: anne ve kızının şiirleri masamda duruyor bu akşam.