Sözünü ettiğim harita farklı bir harita. Dağları, denizleri var olmasına var ama bir ülkeyi değil de ruhumuzu anlatıyor. Ruhumuzdaki toprağı, o toprağın içindekini, sözlerle yoğrulanı, öfke nehirleriyle kutsananı. Kısacası bu biziz. Ezber-ler, kemik ve kandan oluşan bizler. Ezberden kastettiğim çoğunluğun sesi diyebileceğimiz ‘benim dinim, benim mezhebim, benim dilim, benim inanışım, benim alanım, benim hepsi benim vb.’den yankılanan halüsinasyonlarla dolu o derin, durgun sularla kaplı, bilinçaltımıza kazınmış mahzen.

30 Temmuz. Sürgü kasabasında yaşananlar bunu bir kez daha düşünmeme yol açıyor. Mazlum-Der’in konuyla ilgili raporunu inceliyorum bir yandan. Ancak kafam hâlâ bulanık. (Olayların gelişmesindeki nedenlerden ötürü değil, linç histerisine neden bu kadar yakın ve yatkın bir toplum olduğumuz için). Rapor şöyle başlamış:

‘Olay Yeri :

Malatya İli Doğanşehir İlçesine Bağlı Sürgü Kasabasıdır. Kasaba Sünni yurttaşlarla Kürt/Alevi yurttaşların birlikte yaşadığı ve bu güne kadar etnik ve mezhebi çatışmaların/gerilimlerin görülmediği bir yerleşim bölgesidir. Nüfus dağılımına bakıldığında yaklaşık olarak nüfusun yüzde 85’inin Sünni, yüzde 15’inin ise Kürt/Alevi olduğu tahmin edilmektedir.’

Fotoğraf aslında çok net. Yine de raporu okumaya devam ediyorum.

Metni oluşturan konuşmalar olayların faili diyebileceğimiz kişilerle yapılmış. Hem ev sahipleriyle hem de davulcuyla yapılmış olan röportajlardan oluşan bir metin bu. Ve metni okuduğunuz zaman, eğer bu metin yansız bir biçimde kotarılmışsa, sadece ortada dönen tek bir cümle yüzünden bütün kasabanın birbirine girmiş olduğu fikrine kapılabiliyorsunuz. ‘Vay ezanımıza nasıl laf edilir’ ruhuyla ortaya atılmış ve bir linç histerisine bürünmüş bir kasaba halkı mevcut. (Kimsenin aklına ‘ne oldu kardeşim?’ sorusunu sormak gelmemiş de evin önünde toplanıp sloganlar eşliğinde İstiklal Marşı’nı söylemek daha anlamlı olmuş nedense!) Kaldı ki bu cümlenin edildiği bile meçhul, çünkü ev sahipleri böyle bir cümlenin kendileri tarafından söylenmediğini belirtmiş raporda. Davulcu ise duyduğu (!) bu cümlenin üzerine, cümlenin yaydığı ters haleyle bütün kasabanın galeyana geldiğini, bu galeyanı önlemek istediğini, ancak daha sonra buna gücünün yetmediğini söylemiş. Belli ki malum çoğunluk fikri burada da devreye girmiş ve kişisel haritalarımızı oluşturan (oluşturduğuna inanılan Sünni kimliklerdeki) o körkütük ses (‘çoğunluk benimmmm’ sesi) çok kısa bir sürede infilak etmiş. Şu bildik senaryo yani.

Her ne kadar daha sonra yetkililerin verdiği demeçlerde ufak bir ‘olay’ın söz konusu olduğu söylense de Türkiye’nin böylesi bir linç histerisine yatkın bir ülke olduğunu, uzaklara gitmeye gerek yok, yakın tarihimizden çok ama çok iyi biliyoruz.

‘Küçük bir cümleymiş. Küçük bir şuymuş. Küçük bir buymuş. Bir anlık öfkesine yenilen bir halkmış. Ahmış, vahmış. Bize hiç yakışmıyormuş. Aslında hepimiz kardeşmişiz...’

Bir dakika beyler!

Linç dediğiniz olgu büyük olayların gölgesinde kendine yol açmaz ki. Onun kuytulardan alıp nefret yangınları için taşıdığı ateş çoğu zaman derinlerden cımbızla çekilmiş ve şekillenmiş olan bir cümledir, bazen bir sözcük, bazen sadece bir ifade. Büyük toplumsal kırılmalar tam da bu küçük ‘kaçaklar’dan, ‘çatlaklar’dan ürer. Ve umulmayanı, beklenmeyeni gerçekleştirir. Ve sonra da küllerin uçuştuğu yerlerde ‘neden’ soruları yükselir, şaşkın bakışlarla etraf incelenir, zabıt tutulur. Oysa havaya karışan her kül parçasında, o büyük yangına neden olan ilk kıvılcımın derinlerde saklı öyküsü vardır. O öykü bazen yangına körükle gidilmiş olan bir devlet arşividir, bazen körkütük politikalardır, bazense kibirle sıvanmış ‘hepimiz kardeşiz’ masalıdır.

Tüm bu mişlerin içersinde aslında hepimize ait olan kodlar var. Önyargılarla beslenen bir ezber silsilesi. Haritamızın sınırları bunlar. Bizden olmayanı davul gürültüsüyle boğmayı tercih edişimiz. En önemli yaşam damarlarımızdan biri.

‘Miş miş miş...’

Bırakın sözcüklerle oynamayı beyler. Kardeşliğin bu olmadığını hepimiz biliyoruz.