Bigadiç Sındırgı arası bir köydü. Köyün ahalisi aç değil, açıkta değildi. Toprak, zeytin, hayvancılık, sebze meyve, süt, peynir her evin sofrasına yetiyordu.

Bu köyün gençleri, 1980 faşist darbesinden sonra ilk defa bir kütüphane kurmuşlar, bir yandan üniversite sınavına hazırlanıyorlar, bir yandan toplumsal sorunlara ilgi duyuyorlardı. Yazları hele bir şenlikli oluyor ki köy, şairin “yaz geçer” şiirine inat hiç geçmesin isterlerdi.

Ülkenin değişik üniversitelerinde okuyan gençler, köylerine geri dönerlerdi. Köye taze bir nefes gelirdi, gençlerle. Köy olurdu Ankara, olurdu İstanbul, İzmir, Bursa en çok da Diyarbakır…

Hele o Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okuyan çocuklar yok mu, ne çalışkan, ne saygılı, ne yardımsever ve hürmetkâr.

Yaz, yapılan düğünler gibi neşeli geçer.

Kütüphane, geceleri tıklım tıklım dolardı.

Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Çehov, Jack Landon, Gorki, Nazım Hikmet, Edip Cansever, Kemal Tahir köyün sokaklarında dolaşıyordu sanki.

Köylü arasında çeşitli imeceler yapılırdı. Peynir ve yoğurt ortaklaşarak üretilir ve satılır. Yoğurt kapları ortaklaşa alınır. Ortaklaşmanın bereketi, bütün köye yansırdı. Yoksul evler onarılır, öğrencilere para artırılır, yeni evlilere ev dizme konusunda yardımlar edilirdi. Hepsi işte bunların hepsi bu gençlerin fikriydi. Dayanışma bir tebessüm gibi herkesi sarar sarmalardı.

Tüm bunlar ne ki, yaşlı, yalnız, biçare insanlar için bu gençler yarenlik komitesi kurmuş, her gün yaşlıları ziyaret eder, hasbıhal eder ve dinlerdi… Oranın insanları değil sadece malları (hayvanları), zeytin ağaçları ve de tüm canlıları bir neşe içinde, sahiplik duygusu ile mutlu uyurdu.

Ta ki devletin soğuk yüzü köye ve civar köylere gelinceye dek.

O ne şiddet, ne celal…

Ne büyük bir düşmanlık, ne amansız bir öfke. Tüm evlere korku salar… Gençleri alır tıkar mahpusa, aileleri tedirgin eder, yollara devriyeler salar, ürkütür nefes alan her şeyi.

Yaz geçer ve karanlık daimi çöker…

Karanlık daimi çöker sözü pek doğaya uygun değildir. Lakin sanırsın ki asla bir daha yaz geçmeyecek.

Bigadiç Sındırgı arasındaki o köy ve civar köyler bu karanlığı 1980’li yıllardan tanıyordu…

Çocuklara cezalar kesilir… Öyle cezalar ki Hukuk fakülteleri utanır. Anfiler, kalın kalın kitaplar, hocalar kursu, duruşma salonu hukuka dair ne varsa utanır da utanır. Pankarta, şiire, slogana, okumaya, yazmaya, dayanışmaya, tebessüme kesilir cezalar… 9 yıl, 12 yıl, 20 yıl…

Kısa sürede, kütüphane, kumar oynanan kahveye, bahçeler esrar fidelerine hatta seralarına döner. Lakin o devletin eli kolu zinhar oralara ulaşmaz… Görmez, duymaz, karışmaz…

Ne kadar kötü varsa cezasızlıkla teşvik edilirken, ne kadar iyi varsa, ceberut balyozu hisseder. Sözümüz çok, yerimiz dar, zamanımız işte yettiği kadar.

Zaman geçer, ülkede bir darbe girişimi olur.

Köyün yaşlıları anlatır bundan sonraki kısmı. Onlar derler ki; Bizim gençlere bu cezaları kesen hakimler, iddianameyi yazan savcılar, katipler, mübaşirler daha kimler kimler hepsi ya FETÖ’den cezaevine girdi, ya kaçtı, ya da açığa alındı.

İşin hikaye kısmı böyle, şimdi gerçeğe gelelim.

FETÖ bir terör örgütü mü?

Evet mutabıkız değil mi bu konuda?

O halde FETÖ’den tutuklu, kaçak veya görevden alınmış hakim ve savcıların verdiği tüm kararların geçersiz olması gerekmez mi?

Elbette gerekir, lakin normal demokratik ve hukuk ülkelerinde olur dediğim şey.

Şimdi hukuktan bahsedip insanları kendimize güldürmeyelim.

Ne diyelim; Bir Gün Mutlaka! Hukuk ve demokrasi kazanacak.