Cam kenarında oturduğum otobüste, yanımdaki boş yere 13-14 yaşlarında bir kız çocuğu oturuyor. Yerini alır almaz da çantasından kitabını çıkarıyor, ayraçla kaldığı yeri bulup kitabını okumaya koyuluyor. Hiç vakit kaybetmeden kitabının sayfalarına gömüldüğüne göre sürükleyici bir kitap elindeki.

Çantamda tamamlanmayı bekleyen bir kitabın varlığı geliyor o an aklıma. Ama ben yanımdaki kız kadar şanslı değilim. Onun kadar heyecanla çıkarmıyorum çantamdan. İçim acıyor, nefretim büyüyor, isyanım içimde bir çığlığa dönüşüyor ve o çığlık iki damla gözyaşı olup boşalıyor gözlerimden, kitabı elime henüz almışken.

Yanımdaki kız kadar şanslı değilim, çünkü onun kitabının sonunda gökten 3 elma düşecek. Benim kitabımın sonunda ise yüzlerce kurşun ve havan topu... Düştüğü yerde kimi zaman çocukları, kimi zaman o çocukların babalarını, kardeşlerini alıp götürecek o kurşunlar. 3 elma sadece ufak bir ayrıntı olarak kalacak benim kitabımda. Babasının ölümünden sonra, “Bu babamın aldığı elmadır” deyip ağlayarak yiyen kız çocuğu kadar küçük bir ayrıntı…

Kaldığım yeri buluyorum. Kaldığım yerde Hazal’ı… Yanımdaki kıza bakıyorum o an. Hazal ona mı benziyordu acaba diye, Hazal’dan bir şeyler bulabilir miyim diye…

Hazal daha çok küçük ve o küçük yaşta tanışmış insanlığın en çirkin yüzüyle. Babasını konuşturmak için, babasının gözleri önünde defalarca tecavüze uğramış. Vatanın bölünmez bütünlüğünü koruyan devlet görevlileri, küçük Hazal’ın beden bütünlüğüne pervasızca saldırmakta bir an bile tereddüt etmemişler.

Okumaya devam ediyorum. Her öyküde biraz daha eksiliyorum, insanlığımdan bir şeyler daha yitiriyorum. Biri dokunsa ağlayacağım. Okuduğum her satır, tamamladığım her sayfa adeta bir düğüm oluyor boğazımda. Nefes alamadığımı hissediyorum.

Çok değil, bundan 15 – 20 yıl önce hemen yanı başımda yaşanmış olaylar bunlar. Benzerlerini duyduğum, okuduğum, hatta bir kısmını da yaşadığım olaylar. Ama yine de ‘bu kadarı da mı oldu’ demenin şaşkınlığını yaşıyorum.

Doksanlı yılların zulüm çarkına hayal meyal tanık oldum. 1992 Newroz’unda çarşıdan gelen silah seslerini, annemin eteklerini ve oyuncak helikopterimi sıkıca tutarak dinlemiştim mesela. Veya karanlık çöktükten sonra eve halen gelmemiş olan bir abimi, evin diğer fertleriyle kaygı içinde beklemiştik.

Evimizin birkaç defa basıldığını, 8 kardeşle paylaştığımız bir odaya, görünüşleriyle dehşete kapılmama yol açan, sarkık bıyıklı, ağır silahlı onlarca özel harekat polisinin doluştuğunu da hatırlarım. Hatta o baskınlardan birinde, çocuk aklımla oyuncak silahımı saklama gereği duyduğumu, bunu gören bir polisin telaşlanıp bana doğru hamle yaptığı da hafızamda yer eden hatıralardan biri. Ama en çok, babamın evden alınıp götürülmesi ve bütün ailenin diğer gün babam gelene kadar kaygıyla onu beklediğimiz anlar var, o yıllardan geriye kalan.

Ama şanslıydım ben. Babam failli meçhullerin en yoğun olduğu dönemde sabaha karşı evden alınmış, fakat ertesi gün çıkagelmişti/gelebilmişti. Silah seslerini duymuştum ama kurşunlar evimin yakınından hiç geçmemişti, havan topları damımızı delip içeri girmemişti. En sevdiğim arkadaşımı bir gösteride polis kurşunuyla kaybetmemiştim. Panzerle ezilen bir tanıdığım hiç olmamıştı. Hizbullahın baskılarını da yaşamamıştık. Sanırım Van merkezinin o dönem daha apolitik olmasıydı bizi çevre il ve ilçelerden ayıran.

Evet, bu anlamda şanslıydım. Bana birkaç kilometre uzak yerlerde hemen her gün birileri ölürken, ölümlere şahit olurken, kaybolurken ben bu yaşadıklarımla şanslıydım. Fakat kitabın kahramanları benim kadar şanslı değillerdi. Ya bir sabah götürülen babalarından hiç haber alamamışlar ya da gözlerinin önünde yitirmişler babalarını. Dağdaki kardeşlerinin şahadet haberlerini beklemişler. Evlerinin altlarına kazmak zorunda kaldıkları sığınaklarda, kurşunların sadece sesine değil, rengine ve kokusuna da şahit olmuşlar. Oyun arkadaşlarını, sıra arkadaşlarını toprağa vermişler küçük yaşta. Köylerinden, evlerinden olmuşlar.

‘Bildiğin Gibi Değil – 90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak’ onların hikayesi işte. Ölümle, işkenceyle, göçle, yoksullukla yoğrulmuş hayatların hikayesi… Doksanlı yıllarda Güneydoğu’da çocuk olmanın en çarpıcı belgesi bu kitap. Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın bu mükemmel çalışması, sadece bir röportaj olarak değil, aynı zamanda yakın tarihin ibretlik bir belgesi olarak karşımıza çıkıyor.