Genç bir arkadaşımın odasında, onun sabahına rastladım bir gün önce. Üniversitede gri bir zamandı. Malum bulutlar, sarmıştılar kenti. Bulunduğumuz odadaki hava ağırdı. İşin esası, ortalıkta hâkim olan çayla karışmış kahve, bilgisayar ve eski sigara kokularıydı. Ama başka bir ağırlık vardı odada.

Öylece durduk o kısa zamanın kıyısında. “Bunalıyorum” dedi. “Kendimi bu ülkeye ait hissedemiyorum!”

Aidiyet yokluğu!

İstanbul’daki tuhaf fırtınanın içimize bıraktığı kırık dallar yüzünden miydi, onun yüzüne baktım ve...

Bir önceki gün de gördüğüm buydu sokaklarda diye düşündüm. O büyük fırtınanın hemen ardından yollara düştüğüm zaman. Sokaklarda neyi aradığımı tam olarak bilemeden çatılara, binalara hoyratça vuran rüzgâra, denizin hışmına uğrayan kıyılara baktığımda...

Gördüğüm buydu. Sonsuz bir yersizyurtsuzluk hissi.

Bildiğim bir ülkenin bildiğim bir kentinde, o kentin tanıdık bir kıyısında değildim sanki. Bir şey gizlice el değiştirmişti.

Binalar aynıydı; sokaklar, sokak adları... Ama bir o kadar da farklıydılar sanki.

Fırtına kentin yüzünü sırlamıştı. Zaten sırlı bir kent olduğu bilinen İstanbul’un iki yüz yıl önceki bir başka İstanbul’la yer değiştirdiği bile düşünülebilirdi. Ya da iki yüz yıl sonrasının. Belki çok daha aralıksız zamanlarla.

Kendi kentinde ama bambaşka bir kentte olmak ne demektir, biraz onu düşündüm.

Aidiyeti, ait olduklarımızı, hiç olamayacaklarımızı, iyi ki de olamayacaklarımızı.

Fırtınanın etkisiyle olsa gerek hatırlamaya çalıştığım anılar da kendi içlerinde parçalara bölünmeye başlamıştı. Üniversite yıllarındaki arkadaşlarımla yollara, taşlara sinen kahkahalarımızı dinledim bir müddet. Bir kahkaha başka bir kahkahanın içine saklanıyor, sır olmuş İstanbul’un içinde farklı bir zamansızlık yaratıyordu.

Bir başka nisan gününün içinde yürüyordum sanki. Sonra Cağaloğlu-Sirkeci hattında yıllardır tenezzül etmediğim eski bir rota çizdim kendime. Gülhane tarafına çevirdim pusulamı. Zihnimdeki arkadaşlarımın o anki hayallerime denk düşen halleriyle beni bekledikleri parkta, o bulanık çayhanede düşlerimdeki demli çayı bile içtim.

Ve sonra umdum ki geçsin fırtına. Sakinleşebileyim.

Sonra... Sonra beklediğim oldu, sakinleştim.

O sırada arkadaşlarımın birinin geçmişte yüksek sesle söylediği o şiiri bile duydum. 20 yaşındayken insanı farklı çelen o dizeyi, kırklı yaşlarda daha farklı, daha sonrasında belki bambaşka.

T. S. Eliot’ın Çorak Ülke’sindendi bu dize. Bir başlangıç cümlesi:

“Nisan en zalim aydır, gövertir” dediği “Çorak Ülke”si.

Fırtınayı daha net gördüm o zaman.

Fırtınayı daha çok sevdim.

Sırları, değişimi, oyunu, dönüşümü ve evet, aidiyet yokluğunu da. Ve evet İstanbul’u da. İlle aranacaksa tüm bunların farklı bir zemin yaratabileceğini mırıldanarak.

Geçmiş, şimdi ve gelecek arasında.