Gün akşama dönünce bazen pencereden dışarıya bakıp önümde yavaş yavaş devinen Haliç'i seyrediyorum. Sabahları yaptığım da oluyor arada bir aynı şeyi. Daha münsif bahar ve munis sonbahar aylarında biraz vaktim varsa kapıdan çıkıp etrafta, arkada, günün son telaşını yaşayan sokaklarda başımı alıp dolaşıyorum.
Üstüne inen ve Bizans'tan geçip Osmanlı'dan süzülen bazen erguvani, bazen sümbüli, bazen turuncu o büyüleyici ışığın altında etrafıma bakıyorum. Yazın daha soyut ve gerçek üstü, kışın erken akşamüstlerinde daha coşkulu ve sıcak ama asla kederli olmayarak Fener kendisini bütün görkemiyle ortaya koyuyor. O zaman bu mahallenin tarihsel mukabilinin Venedik olduğunu düşünüyorum ve hiçbir defasında kendimi uzaklaştıramadığım bu düşünce beni her defasında o kıpırdayan, her an değişen ve her değişiminde belleğimi ayrıca kımıldatan canlı ışıkta hüzne sürüklüyor.

***


Venedik ve Fener. Başka bir şey söylemek gerekir mi? Biz Fener diye bir semtin varlığını bile unuttuk. Hayatımızda yüzlerce yıl kalmış, yaşantımızın parçası olmuş dili, dini, tarihi, geçmişi sonradan nasıl bir korku ve tevahhuş nesnesine dönüştürdüysek ve nasıl devlet bu boşluğu kendi emeli, arzusu ve iktidarı için kullandıysa Fener de aynı akıbeti yaşadı. Tamam, kabul ediyorum, Bulgar Kilisesi, Fener Rum kilisesi, Ortodoks ve Katolik siyasetleri, Abdülhamid zamanında bile bir meseleydi ve bu büyük stratejist bu kiliseleri kendi dünya politikasını inşa ve devam ettirmek için ustaca kullandı. Bu konuda daha ilk hamlede hata yapan İttihatçılara hem hayıflandı hem kızdı. Ama aradan bunca zaman geçtikten sonra bugün hâlâ o eski korkuların yedeğinde Fener Rum Kilisesine evvelden olduğu gibi soğuk ve mesafeli durmanın anlamı var mı?

***


Şimdi Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Fener Rum Kilisesi Patriği Bartholomeos Hazretlerini ziyaretiyle Fener meselesini yeniden ve çok manidar bir biçimde gündemimize taşıdı. Ziyaretini müteakiben yaptığı değerlendirme ise daha önemliydi çünkü Türkiye'nin başına yıllar yılıdır sıkıntı olan Heybeliada Ruhban Okulu'na işarette bulundu. Başkan Hazretleri o adı telaffuz etmedi. Ama daha önemli iki şey söyledi. Önce, her din ehli çocuklarına kendi inancını öğretebilmelidir dedi. Ardından da 'bu ülkede yaşayan herhangi bir dini topluluğun kendi din adamlarını yetiştirmek için başka ülkelere muhtaç olması, bu ülkenin büyüklüğüne yakışmıyor. Din adamı yetiştiren eğitim kurumlarının, tarihte ve tarih boyunca var olduğu gibi aynı şekilde yine kanun ve mevzuat çerçevesinde varlığını idame ettirmesinin, bu ülkenin büyüklüğüne yakıştığını ifade etmek istiyorum' diyerek kendi irfanıyla mütenasip bir tespitte bulundu. Daha ne desin? Patrik Hazretleri de Ruhban Okulu'nun açılışıyla ilgili umudu koruduklarını belirtti.

***


Bu ülke hiç şüphesiz zehirlendi. Ruhban Okulu, kabul ediyorum, derdi olmamalıdır, ama AB tarafından gündeme getirildiğinde Türkiye 28 Şubat'ın laikçi darbesinden çıkmış (bazı şairler 'darbe midir, onu da bilmiyorum...' diyor, 15 sene sonra) ulusalcılığın pençesine düşmüştü. 'Dış düşmanlar' kavramı ulusalcılığın/milliyetçiliğin katalizörü olduğundan ve bütün o Avrasya, Sultan Galiyef, 'parola vatan: işareti namus', 'dip dalgası' (ki, asıl militer ve dönemi açıklayacak kavram budur) açmalıkları arasında Heybeliada Ruhban Okulu da bir başka paranoya nedeni haline getirildiğinden iş sarktı, uzadı, körlendi. Ama şimdi açılabilecek. Bu besbelli bir gerçek artık. Sevinmemek mümkün mü?

***


Bu arada, gönlü kararanlar için de Diyanet İşleri Başkanı soruyor, cevap versinler, hangisi büyük ülke olmaktır, korkarak yüzlerce yıllık bir okulu kapalı tutmak mı, açmak mı?