6-7 Eylül vahşetinin insanlığa karşı işlenen en vahşi suçlardan birinin 60. yıl dönümü. 60 yıl önceki devlet zihniyeti ve egemen ulus kültürü zerre kadar değişmedi, aynı. İçişleri bakanı “kafa ezmekten” bahsediyor, emniyet genel müdürü polisin iç güvenlik yasasındaki ‘derhal ateş etme’ yetkisini yeteri kadar kullanmadığından yakınan demeçler veriyor. Dünyanın her halde en şoven uluslarının başında Türk ulusu ve Sırplar geliyor. Boşuna bu noktaya gelinmedi. Cumhuriyet’in kurucusu “bir Türk dünyaya bedel”, “ ne mutlu Türküm” diyerek daha o yıllarda bugün ki saldırgan şovenizmin hamurunu yoğurdu. Cumhuriyetin kurucusunun şoven söylemleri Hitler’in söylemleriyle adeta yarış halindeydi. Maddi varlıktan değil ideolojiden yola çıkarak ulus yaratmak. Uluslar tarihinde en tehlikeli yöntem. Buna IŞİD anlayışının içeriğini ruh olarak bünyesinde taşıyan reformdan nasibini almamış İslamiyet’te eklenince ortaya hiç değişmeyen vahşi gerçekliğimiz çıkıyor. 6-7 Eylülde başta Rumlar olmak üzere azınlıklara yapılan kudurmuş vahşetle bugün IŞİD’in yaptıkları arasında hiçbir fark yoktur. Kendi insanıyla sürekli savaş halinde, savaş psikolojisinde olan bir devlet ve saldırgan egemen ulus milliyetçiliği belamız var. 6-7 Eylül ruhu şimdilerde Erdoğan ve Davutoğlu gibilerin ruhunda cisimleşiyor.

Bu kirli tarihin hangi sayfası utançtan ari ki? 1934’te Yahudi’leri hedef alan Trakya olayları, Mustafa Kemal’in katliamın komutanına ‘gözlerinden öperim’ diye mesaj ilettiği Dersim Katliamı, 2010’da Manisa’nın Selende ilçesindeki Romanlara yönelik linç girişimleri, mültecilere yönelik saldırılar, sayısız nefret söylemleri ve nefret suçları. Halkların kültürlerine, estetik tarihsel değerlerine saldırılar. İkide bir gündeme getirilen Ayasofya’nın cami yapılması gibi IŞİD zırvalıkları, kiliselere saldırılar. TC tarihi halklar coğrafyasını, halklar mozaiğini taş mermere dönüştürdü dersek mübalağa etmiş olmayız. 6-7 Eylül Türk İslam sentezinin devlet öncülüğünde insanlığa karşı canavarlığıydı. 6-7 Eylülle ilgili çocukluğumuzun efsanevi idolü Lefter Andonyadis’in gönül kırgınlığını yansıtan sözlerini hiç unutmam. TC ve Türk milliyetçiliği zemzemle yıkansa dahi kirlerinden kolay kolay arınamaz.

1991-1992 Şırnak ve Cizre Newroz katliamlarının canlı tanıkları olduk. Şimdiki gibi siviller hedef alındı ve öldürüldü. Evler tarandı. İnsan hakları savunucuları olarak daha sonra yüzü aşkın imza ile BM’ye devleti ve hükümeti şikayet ettik. Hakkımızda dava açıldı. O zaman tek fire şimdiki CHP milletvekili Ş.S oldu. Okumadan imzaladım dedi. Başka fire vermedik. Ankara DGM’de yıllarca yargılandık. Ünlü TMY 8. maddeden sonuçta ceza çıktı. Yargıtay usulden bozdu. Neticede dava zamanaşımından düştü. Aslında devlette yediği naneyi biliyordu. Uluslar arası kamuoyundan çekinerek zamanaşımına soktu. Şimdi daha da arsız. Şimdi olsa uluslar arası kamuoyuna falan aldırmaz. Yani 90’lardan daha kötü durumdayız.

6-7 Eylül vahşeti insan hakları hukukunda tanımlanan İnsanlığa Karşı Suçtur. 1968 BM sözleşmesi ve 1974 AKBK sözleşmesine göre de bu suçlarda zamanaşımı söz konusu olamaz. 1997 eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesinin Erdemoviç kararında (1996) şöyle deniyor; “ insanlığa karşı suçlar bireyi aşar; zira tek bir insana saldırıldığında bile insanlık hedeflenir. İnsanlık inkar edilir. Kurbanın kimliği, yani insanlık, insanlığa karşı suçun özgünlüğünü belirler.” Erdemoviç davasının hakimleri Mcdanolad ve Vohra temyiz dairesinde gerekçelerine şöyle devam ediyorlar; “ insanlığa karşı suçlar doğrudan mağdur olan kişinin menfaatlerinden daha geniş bir menfaate halel getirmektedirler. Ve bundan dolayı da insanlığa karşı suçun özündeki kurucu unsurlarda görüldüğü üzere, savaş suçlarından daha ağır bir özellik taşımaktadırlar.”

Nürnberg mahkemesi ilkelerinde tanımladığı üzere İnsanlığa Karşı Suç; “tüm sivil halka yönelik olarak gerçekleştirilen, savaştan önce ya da sonra, ya da siyasal, ırksal ya da dini düzen saikiyle işlenen, işlendikleri ülkenin iç hukukunda suç olarak tanımlansın ya da tanımlanmasın, mahkemenin yetki alanına giren tüm suçları takiben ya da onlara ilişkili olarak işlenen fiilleri” kapsar. Uluslar arası Ceza Mahkemesinin temel aldığı Roma Statüsü durumu daha da netleştirmiştir. Türkiye’nin taraf olmamakta inat ettiği Roma Statüsüne göre, Nürnberg statüsünden farklı olarak bu suçların işlenmiş kabul edilmesi için özel kast aramaya gerek yoktur. Genel kast yeterlidir. Üç şart aranacaktır; 1- Fiilin yaygın ve sistematik bir saldırı çerçevesinde gerçekleştirilmesi, 2- Fiilin sivil halka yönelik olması, 3- Fiilin kasıtlı biçimde ve kendi suçunu da kapsayan bu saldırının bilincinde olarak hareket etmesi. (Siyasi, ırksal, ulusal, etnik, kültürel, dini ya da cinsiyetçi saiklerle yahut uluslar arası hukukta evrensel biçimde kabul edilemez olarak anılan diğer kriterlere dayanarak bir gruba ya da topluluğa karşı yapılan zulümler)

6-7 Eylül ruhunu yerle bir etmek kolay değil. Maalesef bu coğrafyada çok uzun süreceğe benziyor. Adeta sadece mevzuatın yasal sistemlerin değişmesi değil, aynı zamanda köklü bir kültür devrimi de gerek. Bugün yapılması gereken TC devletinin tüm azınlıklardan resmi özür dilemesi, 6-7 Eylül mağdurlarına ve çocuklarına istedikleri takdirde vatandaşlık hakkının iadesi, yakılan-yıkılan mallarının mümkünse iadesi veya tazmini, coğrafyanın tüm vilayetlerinin giriş kapılarına “azınlıklardan ve tüm halklardan özür diliyoruz” resmi devlet plaketlerinin çakılması. 2011 yılında “ne Yahudiliğimiz, ne Ermeniliğimiz, ne affedersiniz Rumluğumuz hiçbir şeyimiz kalmadı” diyen dönemin başbakanına da günde 12 saat insan hakları dersi verilmesi. Ama en önemlisi de Russel mahkemesi tarzı bir mahkemenin kurularak devleti tüm işlenmiş insanlığa karşı suçlardan yargılaması.