28 Şubat’ın kahramanlarından Refah Partisi Rize milletvekili Şevki Yılmaz, bir TV sohbetinde, partisinin o kritik günlerdeki bir grup toplantısında yaşanan ilginç bir tartışmayı aktardı.
Yılmaz’ın sözünü ettiği toplantıda, 28 Şubat’ın en etkili uygulamalarından olan ‘8 yıllık zorunlu eğitim’ konuşulmuştu: O sırada İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul’dan gelerek grup toplantısında söz aldı. Erbakan’a hitaben yaptığı konuşmada 8 yıllık zorunlu eğitime geçilmesini öngören kanun tasarısını imzalamamasını ve MGK dayatmasına direnmesini talep etti. Toplantının devamında, Erdoğan’ın sözlerine başka itirazcıların gerekçeleri de eklenecekti...
Erbakan, bu direnme talebine sıcak bakmadığını gösterdi. Şevki Yılmaz’ın aktardığı tabloya bakıldığında; dönemin Başbakanı Erbakan’ın bir askeri müdahaleyi önleyebilmek için ihtiyatlı bir yol izlediği sonucu çıkıyor... Erbakan’ın tavrını, parti içinden gelen sertlik yanlısı itirazlara karşı bir ‘maceraya sürüklenmeme’ uyarısı olarak da değerlendirebiliriz.
Şimdi geriye dönüp baktığımızda “Hangi tutum acaba daha doğruydu” sorusunu daha sakin ve nesnel bir zeminde sorabiliyoruz: Erbakan’ın çatışma yerine uzlaşmayı seçen, açık bir askeri darbeyi davet etmemek için geri adımlar atmayı tercih eden çizgisi mi haklıydı, yoksa Erdoğan’ın “İmzalama, yoksa yıllar boyu bunu anlatamayız ve prestij kaybederiz” diyen direnmeci çizgisi mi? 

Değerlendirme yapmak kolay değil
28 Şubat’ın aktörlerini değerlendirirken ve karşılaştırırken bu kriterlerden yola çıkmak bize bir çerçeve sağlayabilir... Tabii, bu bağlamda, Refah Partisi dışındaki bazı siyasi aktörlerin ‘28 Şubatçılarla işbirliği’ görüntüsü veren çizgilerinin darbeyi savuşturan bir rol mü oynadığını yoksa darbecileri daha da azdıran bir etki mi yaptığını söylemenin kolay olmadığı bir gerçek.
Erbakan’a dönersek: Ben bu deneyimli siyasetçinin, Türkiye’deki siyasi İslamcı akımı meşruiyetçi ve barışçı çizgide tutmada etkili ve olumlu bir rol oynadığını düşünmeyi tercih ediyorum...
Türkiye’deki siyasi İslamcı akım hep güçlü oldu. Aşırılıklara, çatışmalara, ‘yıkıcı’ yaklaşımlara savrulma ihtimali elbette vardı. Erbakan’ın ihtiyatlı kişiliği, İslamcı akımın ‘farkındalık’ düzeyini güçlendiren bir rol oynadı. Bu akımın 50 yılını daha dikkatli bir gözle izlediğimizde, Erbakan’ın asıl olarak olumlu rolü öne çıkıyor... Kendisinin savrulmalara ve çatışmalara engel olan çizgisi, parlamenter rejimin güçlenmesine doğru giden yolu açan etkenlerden birisi olarak değerlendirilebilir. 

Erdoğan ilkesel olarak haklıydı
Öte yandan, Erdoğan’ın ataklığı da son dönemdeki gerginliklerin aşılması ve askerin siyasetten uzaklaştırılması için gerekliydi.
Siyasi irade, darbecilikten ve Ergenekon’dan hesap sorulması noktasında bir kararlılık ortaya koymasaydı (yani Başbakan’ın cesareti ve ataklığı olmasaydı) bugün çok farklı yerlerde de olabilme ihtimalimiz vardı.
“28 Şubat epeyce derin acılara yol açsa bile, Meclis’in korunması, parlamenter rejimin kesintiye uğramaması gibi açılardan ‘kötünün iyisi’ bir sonucun ortaya çıkması sağlandı” diye düşünülebilir mi? Belki de... Erbakan’ın ihtiyatlılığını bu çerçeve içinden anlamaya çalışmakta yarar olduğunu düşünüyorum...
Bütün bu söylediklerimin spekülatif boyutlarının olduğunun farkındayım... Erbakan, daha birçok farklı açıdan analize açık, özellikle önümüzdeki süreçte hem olumlu hem olumsuz değerlendirmelerle karşılaşmaya devam edecek bir ‘tarihsel kişilik’... Tabii, sonraki yıllarda dünyadaki ve Türkiye’deki değişimi okuyamaması ve geleneksel yerelci çizgide direnmesi, Erbakan’ın 2000’lerdeki başarısızlığında etkili oldu. Sonuç olarak, Türkiye’nin 28 Şubat 1997 müdahalesinden gördüğü zararlar ortada... Direnmek, ilkesel olarak doğruydu. Bu nedenle ‘tarihsel haklılık’ ve etik açısından Tayyip Erdoğan’ın tutumu önemliydi...
Ataklık da ihtiyat da bir siyaset, mücadele ve ‘değer üretme’ tarzıdır. Bazen birisi doğru olabilir, bazen diğeri... Hangisinin daha etkili ve yapıcı olacağını, içinde bulunulan koşullar belirler.