Edgar Hilsenrath’ın anısına…

1995 yazında Köln kütüphanesi karşısındaki Libresso adlı cafenin müdavimi olmuştum. Genellikle kitap okur, yazmayı dener, kafamın içindeki karman çorman kelimelerin umulmadık harmonik cümlelere dönüştükleri şaşkın anlar da yaşardım. Onları, masamdaki açık deftere hemen kaydederdim. Bir cumartesi ikindisi, genç bir adam masama yaklaştı ve yazar olup olmadığımı sordu, cevabımı beklemeden de masama oturdu. Ona yazar olma niyetimden söz ettim. Yazarı Edgar Hilsenraht olan elindeki kitabı uzattı, yazar olacaksan, dedi, önce bu kitabı oku ki cesur cümleler kurabilesin! Kelime kelime böyle mi dedi, yoksa süzülmüş hatıralarım bana o genç adama bu cümleyi mi kurdurttu emin değilim. Ancak bu sahnenin gerçek olduğuna dair kitap halen raflarımda durur: “Bronsky'nin İtirafları.“

Birkaç yıl sonra, “Kayıp Denizler“in ilk iki cildini bitirmiş, Ermeni tehcir ve kırımının boyutunu, üçlünün son kitabı olarak yazmaya karar vermiştim. Kaynakları, arkadaşlarım aracılığıyla edinmeye çalışıyordum. Köln’deki arkadaşlarımdan biri, “Son Düşünce Masalı“nı hediye etmekle kalmamış, Köln’de bir Türk yazarının Ermeni Soykırımı ile ilgili bir kitap yazdığını Edgar Hilsenrath’a bir mektupla haber vermişti. Çok geçmedi, Edgar Hilsenrath’dan imzalı, halen Türkçeye çevrilmemiş kitabı postayla ulaştı: “Die Abenteuer des Ruben Jablonski.“

Otobiyografik bir roman olan “Ruben Jablonski’nin Maceraları“nı bir solukta okudum. Sonra diğer romalarını: “Nacht“ (Gece), “Moskauer Orgasmus“ ve “Nazi ve Berber“…

“Ben kafandaki masalcıyım, Meddah denir bana“ cümlesiyle başlayan, “Son Düşünce Masalı“nı ise çoktan hatim etmiş, hatta Türkçe’ye çevirmeye başlamıştım.

Edgar Hilsenrath, 1915 Soykırımını, Anadolu’da Bakır adlı bir kasabada yaşayan Wartan Khatisian’ın hikayesinde kristalize eder. Kendisini Meddah olarak tanıtan “Son Düşünce“, Avrupa’da Yahudilerin, Roman ve Sintilerin, Homoseksüellerin, Sovyet Kızılordu esirlerinin, temerküz kamplarında imha edildikleri yıllarda, ölüm döşeğindeki oğlu Thovma’yı geçmişine götürür.

“Şimdi sessiz ol Thovma Khatisian. Sakın sesini çıkarma. Çünkü çok sürmeyecek. Zaman yaklaşıyor. Ve sonra... Işıkların sönmeye başladığında... Sana bir masal anlatacağım.“

“Nasıl bir masal Meddah.”

“Son Düşüncenin Masalı. Sana ‘bir zamanlar kendini son korku çığlığında gizleyen son bir düşünce varmış’ diyeceğim.”

Bu cümlelerle başlayan romanda, Son Düşünce, zaman ve mekan kavramlarını alt üst ederek, bizleri o zalim yıllara, otsuz, hayvansız topraklara, millerce uzayan balçıklara, yanan kayalara, çıplak çöllere, cehennem güneşinin kavurduğu paramparça kıyılara götürür. Son düşüncesinin gözleri, kurumuş tarlaları, kan akan nehirlerde sürüklenen kuzuları, kızgın alevlerin erittiği çanları, yanan evleri, kan ve leş kokusundan çılgına dönmüş köpekleri, çakalları ve akbabaları görür. Nasıl dünyaya geldiğini soran Thovma’ya, onu hiçbir zaman emziren, pışpışlayan, ninniler söyleyen bir annesi olmadığını söyler.

“Seni Hayastan doğurdu Thovma“ der, seni Kürdistan dağları, seni tozlar, seni mazinin şose yollarını kavuran kızgın güneş doğurdu.”

Thovma’nın Son Düşüncesi, babası Wartan’ın maruz kaldığı akıl almaz işkenceleri, ağlaya ağlaya can veren çocukları, kendilerini uçurumlara fırlatan babaları, bebeklerini kuyulara atan anneleri, el ele tutuşarak, ilahiler okuyarak kendilerini uçurumlara fırlatan hamile kadınları da görür. Yol boyunca güneş altında ağaran kemikleri, üst üste yığılmış insan iskeletlerini, bilezik inceliğinde narin çocuk kaburgalarını da görür.

Son Düşüncenin kulakları; başları, kolları, bacakları olmayan, karınları yarılmış çığlıklar duyar. Sesleri çatallaşmış delikanlı, bir deri bir kemik yaşlı çığlıklar duyar. Kendi çığlığıyla, o zalim yılların çığlığını bastırmak istedikçe, suların, sarı çam ormanlarının, kayın araçlarının, güneşin arkasında kaybolduğu dağların feryadı da artar. Yine zamanlar ve mekanlar birbirine karışır ve Son Düşünce kendini Birleşmiş Milletler Vicdanı‘nın mahzeninde, Ermeni Soykırımı dosyasını ararken bulur. Ve bu dev eser sadece zaman ve mekanları değil, okuyucuların zihinsel, ruhsal ve fiziksel hislerini de altüst ederek 480 (Almancası 660) sayfa sonra sona erer. 1989 yılında Almanya’da, Alfred-Döblin adına bizzat Günter Grass tarafından verilen ödülle taçlanan Son Düşünce Masalı, daha soykırım araştırmacılarının cesaret edemedikleri 20. Yüzyılın iki büyük soykırımını (Ermeni ve Yahudi) da ustalıkla birbirine bağlar ve kırımları ulusal bir çerçevenin dışına taşırarak evrenselleştirir.

Son Düşünce Masalı, öylesine muhteşem ve yol göstericiydi ki, kitle kıyımları üzerine roman yazmanın zorluklarını nasıl aşabileceğimi adım adım bana gösteren kılavuzum oldu. Şimdi biliyorum ki, eğer bu kitabı ve Nazi ve Berber’i okumamış olsaydım, Franz Kafka’ya (Dönüşüm ve Dava), Gabriel García Márquez’e (Yüzyıllık Yalnızlık) rağmen, Edgar Hilsenrath‘ın etkilerini açık seçik yansıtan, Kıyamet Günü Yargıçları‘nı bitirebilmem asla mümkün olmazdı.

Sonra tanışma zamanı geldi. Yeni yüzyılda, Berlin, Kutsal Haç Kilisesi (Heilige Kreuz Kirche, Zossener Caddesi)‘nde bizi bir araya getiren, Talat Paşa Davası tutanaklarını İkinci Dünya Savaşı sırasında, yakılıp yıkılmış Alman mahzenlerinde arayıp, gün yüzüne çıkaran Dr. Tessa Hofmann oldu. Edebiyat hayatımın en önemli günü olduğunu halen iddia edebilirim. Bundan tam on sekiz yıl önce tekerlekli sandalyesi ile okumaya gelen, daha hiçbir kitabı başka dile çevrilmemiş bir yazarla aynı sahneyi paylaşmaktan gocunmayan Edgar Hilsenrath ile okuma yapmak başımı döndürmüştü.

O zamanlar, Türkiye tarihinin -yüzleşilmediği için bugünümüzü ve geleceğimizi de kirleten- bu en büyük suçuna dair konuşmak, tehdit ve saldırıları göze almayı gerektiriyordu. Belki Hilsenrath ile tanışmanın coşkusu, belki de yazdığım romanın yüklediği sorumluluk duygusuyla Köln’de, birkaç arkadaşımla beraber “Soykırım ve İzdüşümleri“ başlıklı bir dizi etkinlik düzenlediğimizde, Holocaust’tan hayatta kalmış Hilsenrath, Türk milliyetçileri ve inkarcılarının tehditlerine rağmen, Berlin’den tekerlekli sandalyesiyle yardımımıza koştu. Yardımımıza koşan bir diğer şahsiyet de, II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’sında ırkçılığa, ve antisemitizme karşı direniş abidelerinden biri olan, 1985 yılında Ermeni Soykırımıyla ilgili sadece televizyonda bir kez gösterilen “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur?“ başlıklı belgeseli yapan Ralph Giordano’ydu. İkisi de, Yahudi Soykırımından hayatta kalmışlardı ve ilgi ve sorumlulukları sadece kendilerinin maruz kaldıkları kırımla sınırlı değildi.

Edgar Hälsenrath“ın, muhtemelen Charlie Chaplin’in “Büyük Diktatör“ünden esinlendiği, ondan çok daha çarpıcı olan “Nazi ve Berber“ adlı kitabı, çocukluğunun geçtiği Halle kentinde başlar. Goethe ve Schiller Caddeleri’nin kesiştiği mahallede aynı gün, aynı saatlerde iki erkek bebek dünyaya gelir. Geleceğin maktulü Itzig Finkelstein ve hikâyesini bize anlatan okuyucuya kendini “Minna Schulz’un aryan ırkına mensup gayrımeşru çocuğu!“ diye tanıtan Max Schulz. Yahudi kırımında binlerce insanı katleden Max Schulz, savaş bittikten sonra, toplama kampında katlettiği arkadaşı Itzig Finkelstein’ın kimliğini üstlenerek, Filistin’e göç eder ve İsrail’in kuruluş döneminde kahraman olur.

Fail perspektifinden anlatılan, faile dair tedirgin edici, ürkütücü bir hikâyedir bu ve Hilsenrath’ın inanılmaz dili bizi sürekli faille empati kurmaya zorlar. Kitap bittiğinde Altı Milyon Yahudi’nin yok edilmesinin ne anlama geldiğini, failin anlatımı sayesinde kavradığımız gibi bir hisse kapılırız ama maktulün kimliğini üstlenip kendini tarihin kurbanı olarak sunan faille nasıl baş edebileceğimizi de tam kestiremeyiz.

Fasıl adlı romanımı yazarken başucu kitabım olan ve nerdeyse ezberlediğim roman, tıpkı “Son Düşünce Masalı” gibi “grotesk”, “tuhaf”, “akıldışı” “benzersiz” gibi kavramları yetersiz bırakan özelliklere sahiptir. Hilsenrath’ın dili sadedir ama romanlarını sonuna kadar okuyabilmek için, bilinçaltımızdaki karanlık dehlizlerine inmeye, koşulsuz ve uzlaşmasız bir yüzleşmeye ve sağlam bir sinir sistemine sahip olmak gerekir.

1926 yılında Leipzig’de doğan Edgar Hilsenrat, Nazi ve Berber romanının geçtiği Halle'de büyüdü, Almanya’da Yahudi hayatının fiili olarak bitirildiği 1938 yılında, babası Fransa’ya kaçarken, kendisi annesi ve küçük erkek kardeşiyle birlikte Romanya’ya Sereth'teki dedesine sığındı. 1941'den itibaren, erkek kardeşi ve annesiyle beraber Nazilerin müttefiki olan Romanya’nın işgali altında olan, bugün Ukrayna sınırları içinde kalan, Mohyliw-Podilskyj Gettosunda yaşamaya zorlandı. Getto Mart 1944'te Kızıl Ordu tarafından kurtarıldı. 1948’de İsrail’in Kuruluş Bildirgesi’ni okuyan Ben Gurion’un da aktif olduğu organizasyon yardımıyla, Filistin’e İstanbul üzerinden göç etti. Yıllar sonra, Bronski’nin İtirafları’nı Türkçe’ye çeviren Feza Şişman ile yaptığı söyleşide, Son Düşünce Masalı’nı yazarken de 1987’de İstanbul’a yine geldiğini söylüyor:

“İstanbul 1947 yılında bugünden çok farklı gözüküyordu,“ diyor, “o zamanlar hâlâ atlı arabalar sürülüyordu, hemen hemen hiç araba yoktu. 1997’de bambaşka bir İstanbul gördüm. İstanbul araba dolu ve kötü havası olan dev bir şehir olmuştu. Türklerle fazla ilişkim olmadı. Bir Türk rehberim vardı, Ermeni sorunu konusunda hiçbir şey söylemiyordu. Yanımızda ‘Stern’ dergisi vardı, o sayısında Ermeni soykırımı konusunda bir yazı yayınlamıştı. Dergiyi elimizden aldı ve bize de okumayı yasakladı.”

Filistin'de geçici işlerde çalışan Hilsenrath, annesi ve kardeşiyle beraber 1947‘de babasının yaşadığı Fransa’ya Lyon'a ulaştı. Aynı yıl başarılı bir biçimde kimliğini gizleyebilen ve Amerikan Karşı Haber Alma Teşkilatı ajanı olarak göreve başlayan tarihe Lyon Kasabı olarak geçen Alman SS-Subayı ve Nazi Gizli Servisi Gestapo ajanı Klaus Barbie ile yapılan ses kayıtları dinlenirse, Nazi ve Berber’in kahramanı Max Schulz’un, gerçeküstü bir hikâyenin ürünü değil, tarihi bir şahsiyet olduğu çarpıcı bir biçimle bilince çıkar.

50'lerin başında New York'a göç eden Edgar Hilsenrath, orada ilk büyük romanı Gece’yi yazdı. 1975’de Almanya’ya dönen Hilsenrath, Berlin’e yerleşti.

Almanya kendi geçmişiyle yüzleşmeye başlamıştı ama failleriyle yüzleşmeye hazır değildi daha. Almanca yazdığı Nazi ve Berber, yayıncı bulamadı uzun süre, İngilizce yayınlanan roman çok büyük bir başarı sağladı ve Fransızca, İtalyanca çevirilileriyle beraber iki milyondan fazla sattı. Almanya’nın en önemli yayınevleri de dahil dosyanın gönderildiği 60 yayınevi tarafından yine reddedildi. Nihayet 1977’de Köln’de küçük bir yayınevi (Literarischen Verlag Helmut Braun) kitabı yayınlandı ve kısa sürede iki baskı yaparak yirmi bin sattı. “Bu titiz ve cesur girişim“ diye yazdı Heinrich Böll, “yazarın büyüklüğünü, yer yer vahşice fışkıran ama isabetli, yalın ve aynı zamanda sakin bir şiirsellik taşıyan dilini gözler önüne seriyor.”

2010 yılında, İstanbul’da “Kafkaesk“ bir tutuklama ve davanın aktörü yapıldığımda, Köln’de başlayan dayanışma hareketini boyutlandıran ilk insanlardan biri de Edgar Hilsenrath oldu. Tekerlekli sandalyesiyle, 27 Ağustos 2010’da Berlin Türkiye Büyükelçiliğine gelerek tutuklanmamı protesto etti. Adının ağırlığı Almanya’daki hemen bütün akademik ve sanat kuruluşlarını harekete geçirdi. 30 Aralık 2018’de vefat eden, Edgar Hilsenrath’ın, Nobel Akademi Komitesi tarafından görmezlikten gelinmesinin nedeni, edebi dehası ve güncelliğini yıllar sonra da koruyacak olan şiddet ve kitle kıyımlarına yaklaşım tarz ve estetiğiydi, Nobel için fazla büyüktü.