Işıklar yandığında sahnede ölümcül bir kavga vardı. Meksikalı Kim Goldblatt-Moraless adlı kız, oldukça iri yarı, İtalya göçmeni Salvotori Caci ile kanlı bir kavgaya tutuşmuştu. O kızın kimden yana ve kime karşı savaştığını bilmiyorduk gerçi. Daha onun bir insan mı, bir tanrıça mı, yoksa yavrularını sırtlanlardan korumaya çalışan anne bir arslan mı olduğunu kestirememiştik. Ancak adil bir kavga olmadığını hemen hissetmiştik. Çaresi yoktu, o narin kız kahramanca direnişinde yenik düşecekti.

Öyle de oldu. Son gücünü de harcayan esmer kız, bir silah sesiyle yere serilirken, içimizi hüzün bastı. Kederli bir ezgi sahneye doldu ve sonra Albayın içinde olduğu enternasyonal cenaze alayı, savaşçıya son görevlerini yerine getirmek için ağır ağır sahneye yürüdüler.

Her biri ayrı bir ülkeden gelen oyuncular sessiz kaldılar bir süre. Ama öyle yoğun bir sessizlikti ki bu, bize mevsimler kadar uzun geldi. Sonra Albay, yani Kadir konuşmaya başladı. Zazacaya benzer bir dille konuşuyordu. Romanesk de olabilirdi. Çünkü oyunun yönetmeni, parçalanmış Yugoslavya’dan gelen Nejdo Osman’dı. Neco Osman artık Roma/Sinti diye adlandırılan halkın çocuğuydu. Yugoslavya parçalanmadan önce 30 kadar klasik ve modern oyunda baş oyuncu olarak ün kazanmış, Almanya’da sinema ve tiyatro oyuncusu olarak kariyerini korumuştu. Belki de Neco Osman Kosova’daki son boğuşmada halkının hem Sırplar hem de Arnavutlar tarafından kıyıma uğradığına dikkat çekmek için böyle bir formül bulmuş ve zavallı Kadir, 50’sinde Türkçe bir aksanla, Çingenece konuşmak zorunda kalmıştı.

Tabii ben Kadir’in ne dediğini anlamadım. Almanlar da anlamadılar her halde. Yine de Albayın, anlaşılacağı üzere on parmağında on marifet A. Kadir Konuk’un, karısı olması gereken Alman Marina Jung –Crey’in, bir önceki sahnede ölüp de, şimdi bir dövüş horozu gibi davranışlar içine giren Meksikalı kızın, sıkıntılı bir hayat sürdürdüklerini anladık. Albayın, “Gençtim ve Cumhuriyeti kurtarmak için savaştım, şimdi yorgunum ve onu bekliyorum” diye konuştuğunu çözdük mesela. Zaten, daha oyun başlamadan  Albayın 19 yıldır bir mektup beklediğini biliyorduk, çünkü Gabriel Garcia Márquez’in 1957 yılında yayınlanan o muhteşem romanını okumuştuk. Yine de, Kadir Konuk’un, Albay’ı mı yoksa kendini mi yorumladığını, yoksa bütün yenilmişlerin acısına mı ağladığını tam kestiremedik.

Belki Kadir, Albay gibi, Erivanlı Stafan Gantraljan adlı postacının yolunu beklemiyor, her cuma günü, “Hayır Albayım, maalesef size mektup yok” cevabını almıyor olabilirdi. Gel gör ki Kadir, ne denli Albay olmaya çalışsa da çalışsın, ben onun kırmızı ışığın vurduğu yüzünde öyle bir mektuba Albaydan daha çok onun gereksinimi olduğunu görebiliyordum. Fakat onun beklediği başka bir mektup olmalıydı. Çünkü, Albayla durumu bire bir eşit değildi. Mesela Kadir’in onu eğlendirecek horozu yoktu. Oyuncak trene ise daha ellinci yaş gününde sahip olmuştu.

Albaya beklediği mektup filan gelmedi. Gelmeyeceğini zaten bildiğim için şaşırmadım. Beni oyun süresince Kadir’e mektup gelir mi sorusu meşgul etti.

Başka bir soru daha meşgul etti beni:

Yedi yılı hapishanede, asılacağı günü bekleyerek geçirmiş, ölümü beklediği hücrede iki arkadaşının Hıdır Aslan ve İlyas Has’ın asıldığına şahit olmuş, hasta kalbi her şeye rağmen atmaya devam etmiş ve sonra bilindiği gibi “film gibi firar”ın kahramanı olmuş, 25 kitaba imza atmış sürgün bir yazar, nasıl bir mektup bekler?

Ben bu sorunun cevabını oyunun üçüncü gösterisinde bulamadım. Oyunu bir kez daha izleyip soruma cevap arayacağım. Ama bu kez, asla Albayın hüzün dolu yalnızlığıyla ilgilenmeyeceğim. Ben siyah plastik kovalardaki bataklık yeşili balçığa karışıp Kadir’in avuçlarına bulaşmayı ve sonra kılcal damarlarından sızıp yüreğini okumayı deneyeceğim.

Çünkü o mektubu beklemeye başlamadan önce, içinde neler yazdığını bilmek istiyorum.