Geçtiğimiz yıl Ocak ve Kasım ayında, Berlin'de, "Unterm Dach" tiyatrosunda on kez sahnelenen, 17-18 ve 19 Ocak 2013'de, Köln"de, "Theater im Bauturm" tiyatrosunda, Hrant Dink'in anısına sahnelenecek olan tek kişilik oyunum.

 
(Bea Ahlers, Foto: Ron Rosenberg)

ANNE’NİN SESSİZLİĞİ

Hrant Dink’in anısına...

 

Annenin Sessizliği adlı tek kişilik oyunda, Almanya’da doğmuş büyümüş Sabiha ile annesinin ilişkisi anlatılır. Türkçe’yi üniversite yıllarında öğrenen Sabiha’nın iki toplum arasına sıkışmışlığı, onu Türk kimliğine aşırı önem vermeye iter. Aniden ölen annesinin göğsündeki haçla bir kimlik kargaşasının içine yuvarlanan Sabiha’nın, o güne kadar çok emin olduğu, onur duyduğu Türk kimliği ve annesinin ömür boyu süren sessizliği ile yüzleşmesi çok sancılı bir süreç olacaktır. Kendinden kaçışı, İstanbul’da Hrant Dink’in cenaze töreninin yapıldığı gün son bulacak, annesinin sessizliği başka bir anlam kazanacaktır.

 

Annemi düşündüğümde, gökyüzünde kanat çırpan turnaları görürüm.

 

Duydum mu, uydurdum mu bilmiyorum: Her yıl belli bir turna türü, yeryüzünün, bilinir, bilinmedik çayırlarından sürüler halinde havalanır, aynı menzile doğru uçmaya başlarlarmış. Bir deryanın üzerinde yol alırken belli bir noktada daire çizmeye başlar, bir türlü yollarına devam edemezlermiş. Döne döne öyle bitkin düşerlermiş ki, çoğu can verir denizin derinliklerine gömülürlermiş. Turna araştırmacıları, göçmen kuşların can verdiği o noktanın, kıtalar ayrılmadan önceki yurtları olduklarını saptamışlar.

Artık sadece hafızalarında varolan yurtlarını arayan turnaların hazin hikayesi, her hatırladığımda içimi acıtır. Her seferinde sol mememin altına ağrı çöker.

 

Adım Anne. Sabiha ile aynı gün doğmuşuz. Annelerimiz kapı komşu. Aynı ebe çekip almış bizi anne rahminden. Aynı hastanede. Şafağa karşı. Aynı gün çocuk yuvasına gitmiş, aynı gün sütten kesilmişiz. Aynı gün kızamık olmuş, aynı gün kuşpalazına yakalanmışız. Doğru mu bilmem. Hatta aynı gün çocuk yuvasına gitmiş, aynı gün ilkokula başlamışız. Hatta elbiselerimiz bile aynı! Hani o günün anısına çekilmiş fotoğraf olmasa, inanmayacağım. Zaten niye yalan söyleyeyim ki. Yalan için ne nedenim var ki?

Sabiha benim Türk arkadaşım. Öyle sıradan bir arkadaş filan değil, canımın içi. İkizim. Tek yumurta ikizim. Mesele aynı rahimde şekillenmemiz değil. Ne zaman Sabiha’ya baksam aynaya baktığım duygusundan kurtaramam kendimi.

 

Niye adım Anne, onun da nedeni var. Türkler nerede yaşarsa yaşasınlar, mamalarına hep Anne derler. Ben tabii türkçede mamanın Anne demek olduğunu bilmiyordum. Nerden bileyim? Çocuktum daha. Sabiha annesini “anne” diye çağırdığı için ben de anne derdim ona. Her halde anne diye diye, adım anne kaldı sonunda.

 

Sabiha’nın annesi vefat ettiğinde yanındayım. Olan bitenin birebir şahidiyim. Sabiha’nın gördüğünü ben de gördüm. Annesinin vefat ettiği gün Wagner’i hatırlamış Sabiha, sonradan anlattı. Meşhur Wagner’i değil, ötekini. Hans Wagner’i, meşhur olmayanını.

 

Acayip bir hikaye. Akıl alır gibi değil. Gerçekten bu hikaye hakkında ne düşüneceğimi bilemiyorum.

 

Annesi’nin vefat ettiği gün öyle perişan oldu ki Sabiha, arkasından ağlayamadı bile. İnsan çok üzülürse gözyaşları kururmuş. Annem öldüğünde ben de ağlayamamıştım. Sabiha çok ince, duygulu, hassas bir insandır. Annesini toprağa vermeden Wagner’i hatırlaması suçluluk duygusu uyandırdı onda. Anlıyorum onu. Anneler ölünce insanın kendini az buçuk suçlu hissetmesi normaldir. Annem öldüğünde ben de kendimi suçlu hissetmiştim.

 

Hadise savaştan sonra olmuş. İkinci savaştan sonra, Hans Wagner adında biri, önce Kuzey, sonra da Güney Amerika’ya kaçmış. Venezuela’ya. Karakas’da kökleri Polonya’ya uzanan bir kadınla tanışmış. Sevişmiş, evlenmişler. Bir oğulları olmuş. Yeryüzü yeni yüzyıla devrilirken, ölmüş. Arkasında uzun bir vasiyet bırakmış. Oğlu ve karısıyla beraber yaşadığı hayatı yalana çeviren, okunması, sindirilmesi güç bir metin…

Zeten hangi aile gizsiz ve yalansızdır ki!

 

Wagner vasiyetinde, Yahudi filan olmadığını yazmış. Eischmann ya da Mengele gibi ünlü olmasa da Savaş suçlusu olarak aranan bir Nazi’ymiş. Vasiyetinde uzun uzun kendi buluşu olduğunu iddia ettiği “temiz beyin” teori ve pratiğinden söz etmiş. Teori ve tecrübeye göre ilk aşamada “kirli beyinlinin” acıyla yüzünü buruşturması, orasında burasında morarmalar olması, iştahsızlık, ishal, kabız, üşüme, ateş gibi yan etkilerin görülmesi normalmiş. “İnsan” diye yazmış Wagner “nerede ve kim olduğunu bilmezse, zamanın neresinde olduğunu da bilemez.”

 

“Böyle sapık birini annemin öldüğü gün hatırladığım için kendimi hiç affetmeyeceğim” demişti Sabiha. Wagner’in sapıklığının gerçekten sınırı yoktu. Düşünsene, demişti, Sabiha, Adam Treblinka’da, sadece yarım milyon insanın ölümünden sorumlu olanlardan biri değil, aynı zamanda bu hayatta yapılabilecek en büyük kötülüğü yapıp müstakbel karısının aile ve akrabalarının ölümünde neden olan biri. Kendini Nazi’den, Yahudi’ye dönüştürmekte, ailesini yok ettiği bir kadınla evlenmekte, ömür boyu inançlı bir Yahudi gibi yaşamakta zorluk çekmeyen biri. Yalanın ve kötülüğün bu kadarı da olur mu?

 

Şimdi düşünsene, demişti Sabiha, annesinin öldüğü gün, şimdi o kadın ne yapsın? Oğlu ne yapsın?

 

Sonra olay büyümüş. İşin işine tarihçiler de karışmış. Tarihçilerden biri Wagner’in kitabını didik didik etmiş, arşivlerin altını üstüne getirmiş ve Wagner’in vasiyetinin yalandan ibaret bir belge olduğunu kanıtlamış.

Düşünsene, demişti Sabiha, annesinin öldüğü gün, Wagner, Nazi olmadığı halde, Nazi olduğunu beyan etmesi, Nazi olması kadar korkunç bir şey. Psikologlar, “karısından nefret ettiği için böyle yalan bir biyografi icat etmiş olabileceği” yönünde görüş beyan etmişler. Karısından… Polonyalılardan…Bu erkekler, bu zavallı herifler.. Alman olasıcalar…

 

Şimdi Wagner’in, Hans’ın Karakas’ta yaşayan Polonyalı, Yahudi karısı olsanız ne yapardınız?

 

Ne var ki, olay dillenince, Wagner’in nasıl bir adam olduğunu sorduklarında, çok iyi, çok inançlı bir Yahudiydi, demiş karısı.

Mezarı halen Karakas’ta Yahudi mezarlığındaymış. Diğer bir mezarı da Almanya’da. Güney’de. Küçük bir kasabada. İkinci mezar boş ama, gerçekten boş mu o da belli değil.

 

Tabii benim ne Wagner, ne de karısı ya da oğlu umurumda. Hikayenin ilgi çekici olduğunu inkar edemem ama başımı ağırtmak için bir nedenim de yok. Beni ilgilendiren Sabiha ve Annesi.

 

Sabiha’nın cumartesileri bir alemdir. Saat sekizde kalkar, bir dergi ve bulabildiği bütün Türkçe gazeteleri satın alır. Cumartesi sabahı beni kahvaltıya davet ettiğinde kahvaltı masası çoktan kurulmuştu. Türk usulü. Beyaz peynirden, haydariye, Trabzon menşehli kavundan, soğanlı, domatesli, maydanozlu çoban salatasına masada var olan her şey Türk’tü. Sedirde bütün Türk gazeteleri seriliydi. Güneşli bir gündü ve biz bahçede şurdan burdan konuşadururken, Sabiha’nın annesi mutfakta Türk usulü çay demleyip, Türk usulü sigara böreği kızartıyordu.

 

Sabiha, nasıl demeli, Almanlar gibi yetiştirilmiştir. Annesi tarafından. Üniversiteye gidinceye kadar Türkçe bile öğrenmemiş. Almanlardan ayrı düşmemek, göze batmamak, uyumlu olmak, bir yere ait olmak için herhalde. Gerçekten de Almanlardan farkı yoktu. Hatta Alman vatandaşıydı. Ten rengi benim kadar açık olduğu halde, ne yapsa ne etse de bir türlü Alman olamadı. Adı Sabiha değil de Anne olsaydı, kimsenin aklına Türk olduğu gelmez, belki o zaman Sabiha, ne Türk kimliğine bu kadar yapışır, belki Türkçe bile öğrenme gereği duymazdı. Ne mutlu türküm diyene!

 

Mart ayıydı. Tamı tamına Mart’ın 15’i. Türkiyetürklerinin dünya çapındaki eylem günü.

Sabiha’dan öğrendiğim kadarıyla, o gün Türkiyetürkleri başkente yürüyüş yapacaklarmış. Hardenberg Caddesinde. Talat Paşa’dan dolayı. Sabiha’nın gösteride bir konuşma yapacağı için heyecanlıydık ve Sabiha, Türkiyetürkleri paşaların şerefi için başkenti yakmaya kararlı oldukları o gün, Jan Dark gibi cesur, çekici ve baştan çıkarıcıydı.

 

Esasen paşalar hakkında bir şey bilmem. Paşa dendi mi aklıma hemen her şehirde olan gece kulüpleri gelir. Ya da Almanya’da her büyük kentte olan genel evleri. Eylem günü öncesi, bütün gece gözümüzü kırpmadık. Sabiha çok heyecanlıydı. Bütün gece konuşmasına hazırlandı ve prova yaptı. Annesi sessizdi. Çok sessiz. Bir hüzün abidesi gibi mutfakta oturmuş belli etmeden, tek kelime konuşmadan bizi izliyordu. Hüzünlü ve üzgündü sanki.

Tuhaftı. Sabiha’nın annesini daha önce hiç böyle görmemiştim. Sabiha konuşmasını prova ettikçe sesini yükseltiyor, konuşmuyor da adeta çağlıyordu. Türklerin, diyordu, Ermenistan’ı işgal edip kendi topraklarına kattıkları, Ermenileri katlettikleri iddiası adice bir yaladır. Türklerin, Emenilere 1915’de planlanmış bir sözde soykırım uyguladıkları iddiası, kesinlikle bayağılıktır. Türklerin 1,5 Milyon Ermeni’yi yok ettikleri ididası, kalleşliktir.

Bir şey söyleme gereği duymuyordum. Politikadan anlamam ben. Tarihten de anlamam. Sabiha’nın arkadaşım olması yeter bana. İhtiyacı olduğu her yerde yanında olmamdan daha normal ne olabilır?

 

Ama, doğrusunu söylemem gerekirse, söyledikleri de o kadar yabana atılır şeyler değil.

 

Şimdi diyelim ki, Bavyera’lılar, biz Alman değiliz deseler de, ayaklansalar. Farzı mahal. Ee ne yapacak o zaman bizim hükümet, bizim anayasayı koruma teşkilatımız, bizim federal ordumuz! Bana kalırsa, Ne kadar Bavyeralı asi varsa, alır, protestanların yaşadığı eyaletlere techir ederim. Mesela Mecklenburg-Vorpommern Eyaletine! Şimdi bunda kötü olan, yanlış olan ne? Mecklenburg-Vorpommern eyaletinin de en az Bavyera kadar yeşil olduğu bilinmiyor mu? Şimdi burada soykırım nerde? Şimdi bu saçmalamak değil de nedir? Tabi bir şeyi iddia etmeden evvel, bu „tehcir“ denen şeyin ne anlama geldiğini de bilmek lazım. Bu kelime zaten türkçe değil, arapça bir kelime olup, bir yerden başka bir yere nakletmek, taşındırmak, yerleştirmek anlamını taşır ki asla sürgün, sevkiyat, hele hele soykırım anlamına gelmez. Olsa olsa göçmenlik denebilir. Almanya’ya göç eden Türkler, Anne misali…

 

Şimdi’de rahat durmuyorlar, şimdi de Türkiye’nin doğu taraflarına Kürdistan demeye kalkıyorlar, sanki tarihin herhangi bir zamanında Kürdistan olmuş da, Kürt diye bir şey varmış gibi. Öyle bir şey yok. Bu Kürt denilenler, dağ Türklerinden başka bir şey değil esasında. Türkçeyi biraz başka konuşuyorlar o kadar. Bavyeralılar gibi. Şimdi Bavyera’lılar kalkıp da biz Alman değil de Kalman’ız deseler olur mu? Olmaz. Saçmalamış oluruz.

 

Annenin bütün gece bizden ayrılmayan gözleri buz gibiydi. Habire bize çay, börek, kuruyemiş taşıyıp duruyor ve susuyordu. Bütün gece mutfakta oturup, yarı açık kapıdan bizi izledi ve tek kelime etmedi. Bütün gece.

 

Sabiha konuşmasını hazırlarken, aklıma o güne kadar hiç bir Ermeniyle karşılaşmadığım geldi. Esasen, Ermeni’lerle, Eritre’liler arasındaki farkı bile bilmem. Bana sorarsan Ha Eritre’li ha Ermeni fark etmez, ikisi de kara kafalı neticede. Sabiha’ya soracak oldum, Allah korusun!.. diye tepki gösterdi. Mutfağa gidip Sabiha’nın Annesine soracağımız tuttu.

Sabiha: Anne, bu Ermeni’lerle bir alakan oldu mu senin?

Anne: Yoook.

Sabiha: Anne, bu Ermeni’ler neye benzerler?

Annesi, büyük bir ihtimalle sana ve bana, diye cevap verice, kıyamet koptu. Sabiha önce şok geçirdi, sonra da delilendi.

Sabiha, anne, sen nasıl böyle bir şey söylersin de, ben Ermeni’ye filan benzemem de, sen de onlara benzemesin de, delirdin mi…“ şeklinde histerik bir krize girdi. Annesinin „Kızımcan, canımcan, onlar da insan“ şeklindeki sakinleştirme çabaları kar etmedi. Onlar insan filan değil, diye kükredi Sabiha.

Annesi sümüklüböcek gibi büzüştü kaldı.

Sonra, korkunç bir sessizlik çöktü. Ucu bucağı olmayan derin bir sessizlik.

 

Uyandığımda annem kahvaltıyı hazırlıyordu. Duş aldım, kokular sürünüp giyindim. Kahvaltıda annem gözlerini yüzüme dikmiş bakıyor, tek kelime etmiyordu. Günlük giysileri içindeydi. Yürüyüşe böyle mi gideceksin diye sordum, düğüne gitmiyoruz, diye cevap verdi. Sesi derinden geliyordu, dertliydi.

 

Yürüyüşe metroyla gittik. Hafıza Kilisesi civarında çok sayıda insan toplanmıştı. Ellerinde Türk bayrakları vardı. Ben de bir bayrak alıp annemin eline tutuşturdum, sesini çıkarmadı. Tek kelime etmedi. Hallerini biraz garipsedim. Ağlamaklıydı. Niçin üzgün olduğunu sordum ama cevap alamadım. Annemin elinde Türk bayrağıyla görüntüsü öyle muhteşemdi ki, Gazi Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ün, "Ne mutlu türküm diyene" vecizesini ilk kez gerçek anlamıyla kavradığımı düşündüm.

 

Yürüdük. Bazılarımızın yürüyüş esnasında bir anıtın olduğu yere çelek koymaya kalkmaları hiç de iyi olmadı. Alman bir kadın itiraz etti. Okey! Tipik hoş görülmesi gereken yaşlı bir Almandı işte, ama o da fazla abarttı. Çelek koymamızın terbiyesizliğin daniskası olduğu şeklinde laflar etti. Olacak iş değil, diye söylendi durdu, Nazi kurbanları için yapılmış bir anıta, böyle biri için çelek koymak olacak iş değilmiş. İçimizden biri, niye olacak iş değilmiş diye sordu, Türk’lerin kendi kurbanlarını anma hakkı yok mu? Sizinki kurban da bizimki kurban değil mi?

Kadın iyice şirretleşti. Ne münasebet, dedi, bir caninin katliyle, milyonlarca suçsuz insanın katli arasında dağlar kadar fark vardır. Talat Paşa’nın öldürülmesini katilin-katli olarak betimlemesi olacak iş değildi. Tam da ağzının payını verecektim ki, Türkiyeli Türklerden biri bu aptal zavallı kadınla uğraşmaya değmez, diyerek sakinleştirdi.

Ernst-Reuter-Platz’a kadar yürüdük.

 

İlk konuşmacı Türkiye’den gelen konuklardan biriydi. Çok değerli, tanınmış bir şahsiyetti. Türk kanallarından tanıyordum onu. Ne konuştuğunu bilen, hemen her konuda derin düşünceleri olan son derece etkili bir şahsiyetti. Saygıyla selamladım ve konuşmasını Almanca’ya çevireceğim için onur duyduğumu ifade ettim. Başını eğmekle yetindi, mikrofona yürürdü:

 

Yurtseverler!

Cani ve yalancıdırlar. Bir asır önce, burada, bu caddede, bir insan, bir yurtsever, idealist bir akıncı katledildi. Düşmanlar tarafından kuşatıldığımız böylesi bir dönemde, o zavallılar salya sümük, alçakça Türk milletinin soykırım yaptığı yalanını yaymaya devam ediyorlar. Soykırım Ermenilere değil, Türklere yapılmıştır. Bugün burada ne cinayetler işlediklerini ve ne yalanlar söylediklerini deşifre edeceğiz. İşte bu gazete, ve işte onun Türk ekmeğini yiyen, Türk misafirperverliğini istismar eden sözde gazetecileri, mütemadiyen, hile ve yalanla, Gazi Mustafa Kemal Paşa Atatürkümüzün manevi kızı, modern Türkiyemizin ilk Türk Kadın savaş pilotu Sabiha Gökçen’in Ermeni olduğu şekinde alçakça bir iddiada bulunuyor. İlk Türk savaş pilotumuzun Ermeni olduğu yalanına tahammül edilemez. Bu, siyonist bir hıristiyan yalanından, batıcı soytarılıktan başka bir şey değildir. Kim ki bu yalanı yayar, dilinin nasıl koparıldığını, kökünün nasıl kurutulduğunu da görür.

 

Son iki cümleyi çevirmekte tereddüt ettim. „siyonist bir hıristiyan yalanı“ ve „kopan dil, kurutulan kök“ kavramları Almanya’da hiç de hoş karşılanmaz. Allaha şükür, yürüyüştekiler öyle kendinden geçmiş, „Ya sev ya terk et!“ diye bağırıyorlardı ki, çevirimi duyan olmadı. Sesler azalırken anneme baktım ağlıyordu. Mutluluktan ağladığını düşündüm. Türk anneler mutlu olduklarında da gözyaşı dökerler.

 

Konuşma sırası bana geldi.

Konuşmama bir şaka ile başlamaya, adım Sabiha olduğu için benim de Ermeni olduğumu ileri sürmeye ve yürüyüşe katılanları biraz güldürmeye karar verdim.

Düşündüğümü yaptım.

Meydandan Allah Korusun sesleri yükseldi!

Türkiyeli Türklerin çok farklı bir şaka anlayışları olduğuna kanaat getirdim.

 

Gösteriden sonra kutlama yapacağımız cemaat lokaline döndük. Benden önceki konuşmacı yanıma gelip kulağıma, konuşmamı harika bulduğunu ve lakin Dersim kelimesini kullanmakla hata ettiğimi, bu adı taşıyan şehir halen var olmakla beraber adının çoktan değiştiğini, Tunceli adını aldığını, çünkü, kendilerini Kürt ya da Alevi diye tanımlayan dağ Türklerinin orada isyan çıkardıklarını ve günlerce ayaklanmaya yeltendiklerini, neticede Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Gazi Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ün, kendi manevi kızı aracılığıyla Dersim ve yani Tunceli bölgesini bombalatmak mecburiyetinde bıraktıklarını fısıldadı. Benim adımla ilgili ironik anıştırmalarım hiç de hoş kaçmamış ve çünkü Türkler bu meselede çok hassaslarmış, çünkü mesele Ermeniler olunca her şeyi çok ciddiye alırlarmış.

 

Doğrusu, bana öyle tepeden bakan öğretici hallerinden hiç hoşlanmadım. Ben nerden bileyim, Türkiye’de şehir ve köylerin adının değiştirildiğini. Almanya’da doğmuş biri olarak konuşmamı Almanca dildeki kaynaklardan hazırlamıştım.

 

Gece yarısına kadar eğlendik. Bir ara annemi gözden kaybettim. Sonra bir baktım ki benden önceki konuşmacı ile laflıyor. Adam anneme bir gazete verdi. Annemin gazeteyi çantasına yerleştirdiğini gördüm.

 

Annemle geç saatlerde eve döndük. Elinde halen Türk bayrağını taşıyordu. Belli etmeden elinden alıp çantama koydum. Sanki içinde yaşadığımız zamanın dışındaydı. Yaptığım şakayı nasıl bulduğunu sordum, yüzüme şaşkınlıkla baktı. Sanki sorumu anlamamış gibiydi. Gülümsedim, onu kucaklarken, dünyanın en güzel ve en mükemmel annesi olduğunu söyledim. Kalp atışları bütün gövdeme yayıldı. Türk annemin kalp atışlarından daha güzel bir ritm yoktur bu yeryüzünde. Uyumadan önce, adımın niçin Sabiha olduğunu öğrenmek isteyince, adından hoşlanmıyor musun, diye karşılık verdi annem. Tabii hoşlanıyorum, diye cevap verince ben, annem, öteki Sabiha’dan dedi, bugün mitingte sözü edilen öteki Sabiha’dan dolayı, dedi. Bir tuhaf oldum. Benimle öteki Sabiha arasında gerçekten de bir bağlantı olması garip bir şaşkınlığa sürükledi beni.

 

Annem sık sık güneşli bir gün öleceğini tasavvur etmiş olmalı. Annemin, mutfakta, yüzüstü, boylu boyunca uzanan cansız gövdesini sık sık hayal ettiğinden, bu hayalin onu yaşadığı her an tutsak ettiğinden eminim. Başka türlü olamaz.

Annemin vefat ettiği günü annem mutfakta, çay demleyip, sigara böreği kızartırken, ben de Süddeutsche Zeitung’da Hitler suikastçisi Staufenberg’in kardeşinin karısıyla ilgili bir yazı okuyordum. Kadın Nazi’lerin ırkçı yasalarına göre birinci dereceden Yahudiymiş ve kimliğini öyle başarıyla gizleyebilmiş ki, savaş pilotu olarak görev yapmakla kalmamış, Göring 1942 yılında bir de zafer madalyası bahşetmiş ona. Başarısız Hitler suikastı sonrası kocası da tutuklanmış. Ona bir şey olmamış ve Müttefik savaş uçakları tarafından uçağı düşürülüp ölünceye kadar Alman ordusundaki hizmetine devam etmiş. Sık sık uçağıyla Weimar’a, kocasının tutuklu olduğu Buchenwald Toplama Kampının üzerinde uçar, kocasına aşk öpücükleri gönderirmiş.

Böyle bir şeyi nasıl yapar anlamıyorum! Sanki aşağıda, toplama kampından neler olduğundan haberi yok!, diye öfkelenirken ben, mutfaktan gelen gürültü kulağıma ulaştı, fırlayıp mutfağa koştum. Annem boylu boyunca mutfağın ortasındaydı. Cansız. Yüzüstü. Ne yapacağımı bilemedim. Öğle bir paniğe kapıldım ki cankurtaran bile çağıramadım. Annemi soyup nefes almasını sağlamak istedim ve sonra göğüslerinin arasındaki haçı gördüm. Adeta felç geçirdim.

 

O zamandan beri ne düşünebiliyor, ne yemek yiyebiliyor, ne de kimseyi sevebiliyorum. Gerçi halen Cumartesi günleri saat sekizde kalkıyor, kahve pişiriyor, yandaki büfeden bütün gazeteleri satın alıyorum ama, annem öldüğünden beri kahvaltı yapmıyorum artık. Beyaz peynir, haydari, kavun, soğanlı, domatesli, maydanozlu çoban salatasından hoşlanmıyorum artık. Olabildiğince sade bir hayat sürüyor, Avukatlık büromda zorunlu işleri hallettikten sonra eve dönüyorum.

 

Annem öldükten sonra da odasına bir kez olsun adım atmaya cesaret edemedim. Korkuyordum. Annem aklıma geldikçe, imalarını, anıştırmalarını, o derinden kopup gelen acısını ifade eden davranışlarını, sessizliğini doğru yorumlayamadığım için suçluluk duygusunda boğuluyordum.

 

Sıkıntılı bir geceydi. Yalnızlar içinde en yalnızıydım. Kocaman bir dolunay gökyüzünde düştü düşecek bir portakal gibi sallanıyordu. Annem, ellerini göğsünün üzerinde birleştirip, “işte burası, şurası sızlıyor” diye sesleniyordu. Zaman gelmişti. Kalkıp annemin odasına yürüdüm. Odaya adım attığımda, mehtabın pencereden sızıp duvarda kılıfı içindeki Kuran’ı aydınlattığını gördüm. Yatağının yanında mavi kadife örtülü sandık dikkatimi çekti. Geriye dönüş yoktu. Annemin sessizliğine son vermekte kararlıydım. Mavi kadifeyi katlayıp yatağının üzerine koyduktan sonra sandığın kapağını kaldırdım. Bir kaç çarşaf, yastık yüzü, ipek bir şal, inci gerdanlıktan başka ipekten küçük bir bohça çarptı gözüme. İçinde gümüş bir haç ve İncil’in saklı olduğunu açmadan hissetmiştim.

 

Bohçanın altında, annemin miting günü, benden önceki konuşmacıdan aldığı haftalık gazeteyi, Agos’u buldum. Annemin yatağına oturup okudum.

 

Uzun bir süre ne yapacağımı bilemedim. Sonra bir gün dili kökünden koparılıp, kökleri kurutulması öngörülen İstanbul’daki gazeteciye telefon ettim. Bana Sabiha Gökçen ile ilgili bilgilerin yeni olmadığı Ermeniler arasında zaten bilindiğinden, haberin Türk toplumunda böyle bir yankı bulmasının nedenlerinden söz etti. Ona adımın Sabiha ve benim de belki Ermeni olabileceğimi söyleyince, bu memlekette, dedi, hiç kimse kendi kimliğinden emin olamaz.

Uzun uzun konuştuk. İnsan olmasaydı, kesinlikle bir kuş, bir güvercin olurdu diye düşündüm.

 

Güneşli bir Cumartesi günü, kahve içiyor ve gazeteleri okuyordum. Her zaman önce Türkçe gazeteleri okurum. Renkli bir gazete „Büyük ihanet“ diye bir manşet atmıştı. Önce anlamadım. Manşetin altında, kaldırımda boylu botunca uzanmış bir erkek cesedi vardı. Yüzüstü. Üzeri gazete kağıdı ile örtülmüştü. Ayakları dışardaydı. Asfalt kan gölüydü.

„Tanınmış Ermeni Gazeteci Hrant Dink dün kurşunlanarak öldürüldü. Son makalesinde, kokmam için çok neden var ama bu memlekette güvercinlerin vurulacağanına inanmak istemiyorum, diye yazmıştı ve onu vuran katil, kaçarken “Ermeni’yi öldürdüm“ diye bağırmıştı.

 

Katillerin, 19. Ocak 2007 günü ömür boyu sessizliğini sürdüren rahmetlik annemi de infaz ettiklerini düşündüm.

 

İki Türk televizyon kanalı, cenaze merasimini naklen yayınlıyordu. Ekranda binlerce, yüzbinlerce insanın merasime katıldıklarını gördüm. İnanılır gibi değildi ama, ellerinde, „Hepimiz Hrant’ız“, „Hepimiz Ermeni’yiz“ dövizlerini taşıyorlardı. Cenazeye eşlik eden yüzbini aşkın insanın köprüyü geçip Ermeni mezarlığına doğru yol aldığını, eşi ve çocuklarının gözyaşları içinde beyaz bir güvercini gökyüzüne saldıklarını, gördüm. Annem gibi kederli kadınların, kalabalık üzerinde bir süre kanat çırpıp gökyüzünün derinliklerinde kaybolan güvercine yaşlı gözlerle veda ettiklerini de gördüm.

Ve sonra eşi, Hrant Hink’e veda konuşmasına başladı. Bir aşk mektubu!

Sevgilim, diye söze başladığında, parmaklarımda, tırnaklarımdan başlayan sızının bütün gövdeme yayıldığını hissettim. Yaşı kaç olursa olsun; 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz… Daha bildiğim ve bilmediğim bütün ağrılar sol mememin üzerinde toplandı. Sevdiklerinden ayrıldın, çocuklarından, torunlarından ayrıldın, sevgilim. Burada seni uğurlayanlardan ayrıldın, kucağımdan ayrıldın, sevgilim. Ülkenden ayrılmadın, sevgilim.

Çıplak bir elektrik kablosuna yapışmıştım. Yanmış, kül olmuştum.

Mayrik’im yaşasaydı, rahmine dönmek ve titreyişlerimi durdurmak isterdim.

 

Sonra bütün seslerin üstünü örten derin bir sessizlik çöktü ve o sessizlikte Mayrik gibi kederli yüz ve gözleri olan binlerce kadının havalandığını ve turnalara dönüştüğünü gördüm.

 

Sizlere esasen turnalardan söz etmek isterim… Bir dahaki sefere… Arzu ederseniz, dinlemek isterseniz… Anlatacak güç bulabilirsem…