Nedret Ural’ın anısına…

Adnan Keskin hayatta iken, onu ziyaret ettiğim pazar günlerinde, laf lafı açar, hayallerimiz bizi, doğduğumuz yöreye, Şavşat’a fırlatırdı. Adnan’ın gözlerinde her seferinde Efkar Tepesi’ne doğru yürüyen üç delikanlı görürdüm. Bahçeler görürdüm. Bahçelerde dalları kırılan kiraz ağaçları, salkımları yerlerde sürünen asmalar, papatyalara çalım satan gelincikler, katmerli güller, kara dutlar, yemyeşil yaz, kızıl kış elmaları görürdüm. Aynı kaptan yemek yiyen kara bir kediyle, ak bir köpek görürdüm. Civcivleriyle gezintiye çıkmış bir tavuk, dağlara doğru yol alan bir sığır sürüsü görürdüm. Tepeye varmış olurduk biz bu arada. Adnan, Nedret ve ben. Sonra güneş doğar, ışıkları Nedret Ural’ın sesine ve sazına tutunur, ufuklara kadar uzanan sıradağlara, dağlar arasına sıkışmış vadilere ve vadilerden yamaçlara doğru seğirten ceylanlara vururdu. Sonra o muhteşem manzaraya, uçuruma yuvarlanan kamyonların, daha şafak doğmadan dağ köylerinden yola çıkmış, bir karınca kafilesi gibi kasabaya doğru yürüyen ortaokul ve lise talebelerinin gölgeleri de düşerdi. O manzaraya, artık kimselerin oturmadığı ahşap evler, öğrencisi olmayan virane okullar, ekilmeyen tarlalar, yüzyıllık yaşlı kadınlar, hazin mezarlıklar, ormanlara doğru incelen şose yollarının solgun, hüzünlü görüntüleri de eklenirdi. O Pazar günü düşlerinde sık sık sarf edilen “Şavşat”, “Vel”, “Kışla”, “Ovanes”, “Merya” ve “Nedret’ kelimelerinin beni mutlu ettiğini ve damarlarıma ümit pompalandığını da hissederdim.

2014 Ocak ayında, Adnan Keskin’in kalbi atmaya son verdikten sonra yani, Nedret Ural adlı ozan “Bir tünel daha kaz Adnan, çocukluğumuza çıksın” derken, sadece mazide kalmış, o yoksul, o zengin hatıralarımızdan değil, aynı zamanda geleceğe dair ortak ümitlerimizden de söz ediyordu.

Üçümüz de 57 yılı doğumluyduk ve en küçüğümüz Nedret’ti. Ay farkıyla. Ben kış, Adnan bahar, Nedret yaz bebeği. 70’li yıllarının ilk yarısında ikisi ile de arkadaş olduğumda, 18’ine yeni adım atmış, geleceğe dair hayallerimiz Şavşat’ı kuşatan dağları çoktan aşmıştı.

Nedret o yıllarda da sazı, hayata gözlerini yumduğu 2018 Aralık’ındaki kadar iyi çalardı. Ruhi Su tarzında. Sesini de en az Ruhi Su kadar berrak ve güçlü bulurdum. Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan’ın idamları, İbrahim Kaypakkaya'nın işkencede can verişi, Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kızıldere’de katledilmeleri aklımızı başımızdan almıştı. Bu zalim ülkede olup bitenlerin anlamını tam kavrayamasak da, devlet denilen kuruma zerre kadar güvenimiz kalmamıştı. Nedret Ural’ın “Darağacı senin ipin kırala” ezgisinde dile getirdiği fikirler, bütün duygu ve öfkemizin özetiydi.

Yıllar sonra Adnan, pazar günü hayallerimiz ve sohbetlerimiz sırasında, Nedret’in üçümüzün en olgunu, en aklı başında, en hoşgörülü, en sanatkârı ve zanaatkârı olduğunu sık sık vurgulardı ki, ona haksızlık olmasın. Gerçekten de öyleydi. Sadece benim için değil, bugün Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde hayat kurmuş onlarca sürgün için de dayanışma ve dostluk zanaatkârıydı. Yoldaşları şahidimdir. Ben de, onun İstanbul’daki evine ayak basmış, onlarca can derdine düşmüş yoldaşlarının şahidiyim.

Arandığımız o yıllarda, hepimiz İstanbul-Kartal’daki o keramik atölyesinde kendimize nefes alabileceğimiz bir mekan edindik. Nedret ve can yoldaşı Şaduman Ural sayesinde. Adnan Keskin, 1987 Haziran’ında hapisten 80 metre tünel kazıp, aynı yılın sonbaharında İstanbul’a ulaştığında Nedret ve Şaduman Ural ona saklanabileceği bir yuva sunmakla kalmadılar, Üçüncü Ordu’nun ve bütün güvenlik güçlerinin Adnan’ı “ölü ya da diri” aradığı o aylarda, hayatının en keyifli günlerini de bahşettiler ona. Biliyorum, çünkü Adnan, vefat etmeden önce bütün kaçış hikâyesini anlattı bana.

Adnan için yurt dışında hazırlanan sahte pasaport İstanbul’a ulaştı sonra. Ekim’in ortalarına doğru Türk Hava Yolları’ndan bilet temin edildi. Yolculuğa bir hafta kala, esintili bir akşam balkonda kurulan rakı masasında söz maviden açıldı. Yeryüzünün en güzel mavisinin hangisi olduğu sorunu bir hayli zamanlarını aldı. Boğaz’ın, Akdeniz’in ve gökyüzünün mavilerini kıyasladılar. Abartılı gelebilir ama idam mahkumu, hapishane kaçağı Adnan Keskin’in Türkiye’deki son günlerini Akdeniz kıyılarında geçirmesinin zorunlu olduğu konusunda fikir birliğine vardılar. Zaman hızla aktı. Maviliklerde bir haftalık geziden sonra o zamanlar adı Yeşilköy olan havalimanında, yeniden İstanbul’da buluşmak ümidiyle kucaklaştılar. Adnan, pasaport kontrolünden sorunsuz geçti. Geri dönüp el kaldırdı. Bu, Nedret’in onunla ilgili beyninde kalan son görüntü oldu.

Nedret ile Adnan 1987 sonbaharından sonra bir daha karşılaşamadılar.

1991 sonbaharında ben de geçtim o yollardan. Beste, muhtemelen 4 ya da 5 yaşlarındaydı. Nedret ve Şaduman Ural’ın motivasyonu sadece siyasi değil, insaniydi. Zor durumdaki biriyle dayanışmaktan başka amaçları yoktu. İdeolojik ve siyasi ayrılıklar önem taşımıyordu.

Nedret, Şaduman ve Beste üçlüsüyle yeniden karşılaştığımda hepimiz yirmi yıl yaşlanmıştık artık. Şaduman kızıl saçlıydı, Nedret’in saçları daha da fazla dökülmüştü ama gülüşleri aynıydı. Türkiye’yi terk ederken geride bıraktığımız Beste adlı çocuk, İtalya’ya göç etmiş yetişkin evli bir kadındı artık. 2017 Mart ayında onunla ve babasıyla Roma’da bir gün geçirdik. Vedalaşırken, hikâyemizin finaline yaklaştığımızı, Nedret’in de, son kez kucaklaşmış olabileceğimizi düşündüğünü hissettim nedense. Bu yaşlarda son kucaklaşmalar “son” kelimesiyle kaynaşıyor. Belki de bu kaynaşmanın, daha çok da, “tünel” metafasının etkisiyle Nedret Ural’ın vefat ettiği haberini aldığımda, gözlerimin önünde, karanlık bir tünelde, tırnaklarıyla ışığa ulaşmaya çalışan iki delikanlı belirdi. Bu kalpleri çok yumuşak iki cengaver sürekli hayalini kurdukları çocukluk günlerine çoktan varmış da olabilirler. Ulaşamamışlarsa, dert değil. Tulumlarımı giymişim. “Gençliğimize çıkması gereken” tünelde bana da tırnaklarımla yol açabileceğim bir yer mevcuttur muhakkak. Karanlığı geride bıraktığımızda bizi nelerin beklediğinden tam da emin değilim ama, tünel çıkışının güneş vuran bir Şavşat dağı olacağından hiç kuşkum yok.

Yamaçları güneşli bir manzaranın ise ölümle alakası yok. Çünkü Şavşat ozanları gözlerini hayata kapayınca yuvaya dönmüş olurlar.