Nihayet Berlin’deyim!

20. Yüzyıla damgasını vurmuş, sürekli kendi yıkıntılarından doğmuş, sürekli kendi yıkıntılarını korumuş bir şehre ayak basacağım!

Tren, Berlin – Zoologischer Garten istasyonuna varmak üzere.

Yaşım 40'ı geçmiş, ama heyecanlıyım.

Tarih kitaplarımıza “Talat Paşa 15 Mart 1921 yılında, Berlin’de cani ruhlu bir Ermeni tarafından öldürüldü” şeklinde bir dipnot olarak düşülen bilgiden haberim var.

Ama neden Osmanlı sadrazamı, Birinci Dünya Savaşı yıllarının Dahiliye Nazırı ve İttihat ve Terakki’nin güçlü “organizatörü“ Talat Paşa’nın Berlin’e geldiğini, neden yolunun bir Ermeni öğrenciyle kesiştiğini, bir paşa ile bir öğrencinin birbirinden ne alıp veremedikleri gibi sorular o güne dek benim de ilgimi çekmemiş.

Ancak elimde, sevgili Paşamızın ölümünü detaylı açıklayan bir kitap var. Bir dostumun hediyesi. (Ne diye insana böyle kitaplar hediye edilir anlamıyorum!) Kitabın kapağında Paşamızın resmi de var. Pos bıyıklı olması normal, ama yüzündeki ifade, hiç de tahmin ettiğim gibi yumuşak değil. Elimdeki kitaba inanılacak olursa özel yetenekleri de olan bir adam: “Spezialist!”

Tren durdu. Zoologischer Garten İstasyonu'nda trenden inerken “Zaman” ve o an içinde bulunduğum ortam arasında bir uyumsuzluk olduğu duygusuna kapıldım. İnsanların giysilerini, yürüyen merdivenleri, kendiliğinden açılıp kapanan kapıları ve banka otomatlarını garipsedim. Böyle anlarda yapıldığı gibi derin bir nefes alıp verdim, kendimi çimdikledim. Yol boyu okuduğum kitabı da evirip çevirdim, Kapaktaki yazıları yeniden okudum: Der Völkermord an den Armeniern / Der Prozess Talaat Pascha.

Hayır bir hayale düşmüş değilim. Doğru zamanda ve doğru mekândayım. Tedirgin olmam için bir neden yok. Aylardan Mart, günlerden salı değil, hava bulutlu ve yağmur çiseliyor.

Doğru bir zamanda olduğumdan emindim, ama Hardenberg Caddesi tabelasını görür görmez, soluk yüzlü, ciğerleri iltihaplı, saralı bir gençle karşılaşacağım duygusuna kapılmaktan kendimi alıkoyamadım. Adı Soromon Tehleryan olan Ermeni gençle karşılaşırsam, Talat Paşa ile karşılaşmam da kaçınılmaz olacaktı.

Hardenberg Caddesi boyunca yürüdüm. Sonra aniden durdum. Bir tiyatronun önündeydim. Gel gör ki karşı tarafta uygun bir pencere mevcut değildi. Dolayısıyla 1921 Mart‘ında, perdeyi aralayıp karşıdaki evi göz altında tutan Soromon Tehleryan, şimdi yaşıyor olsaydı, Talat Paşa’yı gözetleyecek bir pencere bulamayacaktı. Zaten caddenin öte yakasındaki dokuz odalı olması gereken konutta da Talat Paşa ve eşi oturmuyordu.

Ben perde kıpırtılarına dikkat kesilmişken, birisi zamanın 80 yıllık şeridini kesip attı. Yağmur dindi. Güneş 1915 mızrak boyu yükseldi. Cadde darlaşmaya başladı. Ortasında bir tren yolu hâsıl oldu. Yapılar, kaldırımlar, şemsiye ve paltolar 1921 yılındaki hallerine rücû ettiler. Bir tek ben "ben" olarak kaldım.

İkinci kat perdesi kıpırdadı bu arada. Karşı evde oturan Talat Paşa’nın evi terk ettiğini gören Soromon Tehleryan, yine gözü açık kâbuslar görüyor olmalıydı. Cesedi göç yollarında çürümüş olan annesi capcanlı karşısına geçmiş, "Yazıklar olsun senin gibi oğula ... Anacığının, babacığının, kardeşlerin ve kız kardeşlerinin ve soyunun ve sopunun katili burada, Berlin'de. Hemen şuracıkta, karşıki evde ... Daha ne duruyorsun? Sen nasıl oğulsun? Kanımızı yerde korsan, ruhlarımızı kim huzura kavuşturacak?" diye sitem ediyordu. Ve Soromon Tehleryan, 15 Mart 1921 Salı sabahı kâbuslarına son vermek için hiç yanından ayırmadığı ve ekspertiz raporuna göre 1915(!) tarihini taşıyan tabancasına, Talat Paşa’nın canını alacak olan mermiyi sürüyor, yanımdan geçip, Talat Paşa’yı izlemeye başlıyordu.

İzlendiğinden habersiz Talat Paşa o sırada hayvanat bahçesine doğru dalgın yürüyordu. Müzik Yüksek Okulu‘nun önünde saçları önden dökük, tel çerçeve gözlüklü biri ona kanala nasıl gidebileceğini sordu. Talat Paşa duymadı. Çünkü o anda Berlin'de değil, 1915 yılı Martında Bakanlıktaki makamında, sürgünde de görev almış ordu komutanlarına, Teşkilat-ı Mahsusa şefi Dr. Bahaaddin Şakir'e, Vali Azmi Bey’e, kaymakam ve mutasarrıflara, 1919 yılında İstanbul'da Askeri Mahkemede aleyhine delil olacak olan şifreli telgraflarını dikte ettiriyordu. Bir an sendeledi. Sonra el ayalarıyla kulaklarını sıkı sık bastırdı. Bir kâbusun içine mi düşmüştü acaba?

Sağ tarafta bir süre koşar adım yürüyen Soromon Tehleryan, Talat Paşa’nın hizasını geçtikten sonra sol kaldırıma geçti ve Paşa’ya doğru yürümeye başladı. Ben kötü şeyler olacağını sezdim, ama zamanın dışında olduğum için müdahale edemedim.

Sonra çok daha garip bir şey oldu: Hardenbergstrasse tozlu bir yola dönüştü. Tozlar dumanlar arasında, uzun bir kafile, 2 milyonluk bir kafile gördüm. Soromon da onların arasındaydı. Hatta onların arasında bir hikâyenin kelimelerine tutunup Amerika’ya göç edecek olan Mr. Tomasian da vardı. Hatta o kafilede “ölüm yolculuğundan” sağ çıkıp, bir yetim evinde büyüyecek olan Seta adlı bir kız çocuğu da vardı. Gerçi, Soromon, Mr. Tomasian, ve Seta birbirlerini görmediler, ama ben onların yan yana yürüdüklerini gözlerimle gördüm.

Sonra aniden yağma ve kıyım başladı ve o korkunç kargaşa içinde, yıllar sonra yolları Richard Kalinoski’nin “Beast on the moon“ eserinde kesişecek olan, Seta ile Mr. Aram Tomasian’ı gözden yitirdim. Soromon’un yaşadığı dramı ise adım adım izledim. Jandarmalar iki kız kardeşini çalılığa sürüklediler. Soromon'un annesi çığlık çığlığa kaldı. Soromon ise, başını iki elinin arasına almış, kırbaç, süngü ve kılıç darbelerinden korunmaya çalışıyordu. Sonrasını ne Soromon hatırlayabildi ne de ben görebildim: Çünkü ani bir karanlık, tahammül edilemez bir koku çökmüştü.

Kan ve ceset kokusundan başım dönmüş, gözlerim kararmışken bir silah sesiyle irkildim. Talat Paşa’nın yüzüstü kapaklandığını ve onu kafatasının arkasından vuran Soromon Tehleryan'ın silahını atıp Fasanen Caddesi’ne doğru kaçmaya başladığını gördüm. Çok uzaklaşamadı. Etraftakiler silahsız olmasının da verdiği cesaretle üstüne çullandılar. Soromon, kendini, "Ben Ermeni, O Türk, Almanlara ziyanı ne!" diye savunmaya çalışıyordu.

Soromon’u yaka paça karakola götürdüler.

Ben oracıkta, Talat Paşa’nın vurulduğu 17 numaralı evin önünde kalakaldım. Bir el omzuma dokundu. İnanılmaz gibi görünebilir ama, gerçekten de Köln’den bir arkadaşımdı bu. “Ne haber ya!” dedi Agos, “Neyin var, çok kötü görünüyorsun.”

“Sanki bir kâbus gördüm” diye cevap verdim.

“Boş ver!” diye teselli etti beni Agos. Sonra da Edgar Hilsenrath’ın Meddah’ı gibi konuştu:

“Bütün Türkler kâbus görür."