Serginin “Deniz Gezmiş” bölümünde, Deniz &Yusuf & Hüseyin’i simgeleyen grafiklerin önünde takılı kalmam, 1972 baharından haberler veren Milliyet Gazetesi’ni satır satır okuyor olmam, Nil Yalter adlı, Kahire doğumlu sanatçının idamlar karşısında kendi çaresizliğini de belgelediği fotoğraflardan yayılan acıyı derinden hissetmemin nedeni, idam günlerini adım adım yaşayan biri olmamdı. Yarım yüzyıl öncesinin idam günlerine dair solgun hatıralar da canlanmaya başladığında, Bremen’den gelmiş sekiz kişilik gruba refakat eden, sergiyi düzenleyen müze müdür yardımcısı Rita Kersting o sırada, Deniz Gezmiş’in kim olduğunu anlatıyor, onun Almanya’daki 68 öğrenci hareketinin biraz Rudi Dutschke’si biraz da Ulrike Meinhof’u olduğu bilgisini veriyordu. Ben kraft ambalaj kağıtlarına çizilmiş, çerçevelenmiş, yukarıdan aşağıya üç daire ve bir çizgiden oluşan grafikleri inceliyordum. Farklı tonlarda yazısız bir mührü andıran üç daire, Deniz &Yusuf & Hüseyin’in, 6 Mayıs 1972 şafağı kemende geçirilen başlarıydı. Yukarıdan aşağıya uzanan o soğuk çizgi ölümle aralarındaki mesafeyi gösteriyor, her çerçevede üç gencin kırılacak olan boyunları ölüm çizgisine yaklaşıyor, son grafikte sadece ölümü temsil eden tek bir renk bütün tabloya hakim oluyordu.

Sergi odasının grafikleri, gazete kupür ve fotoğrafları girdaba kapılmış kuru yapraklar gibi dönüp dururken etrafımda, o günlerde 36 yaşında olan odasına kapanmış Nil Yalter’in idam günlerindeki kendi çaresizlik ve acısını belgelediği fotoğraflarda, toplumun her kesimini etkisi altına alan kolektif acıyı da hissediyordum ve sergiyi izleyen gruba, o üç genci kurtarmak için beş gencin tünel kazarak hapisten kaçtığını, altı genç ile buluştuktan sonra, Karadeniz’in güzel bir beldesinde NATO üssüne baskın yapıp üç teknisyeni kaçırdıklarını, on bir gencin onunun ve üç teknisyenin idamlara 36 gün kala Kızıldere adlı bir köyde kuşatıldıkları evde öldürüldüklerini anlatma ihtiyacı hissediyordum ama, o günlere dair efsanevi hayatları, sanatsal bir gezi için beş yüz kilometre uzaktan Köln kentine gelmiş gruba anlatmamın mümkün olamayacağını anında bilince çıkarıp suskunluğumu sürdürüyordum.

Neticede sanatsal bir sergideydik. Güneşli bir Nisan günü, mızıkacıları geride bırakıp bunca yolu kat etmiş Bremenli sanatseverlerin kafalarını karıştırmak, o günlerin hayatta kalmış en önemli tanıklarından biri olan Ertuğrul Kürkçü’nün şimdi eski bir milletvekili olmakla beraber, Türkiye’ye giderse tutuklanabileceğini de söylemek isterdim ama Türkiye’nin yıllardan beri bitmeyen can çekişen hallerinden söz etmek işime gelmedi nedense. Muhtemelen anlayamayacaklarından korktum.

“Apollon Tapınağı” tablosunun önünde durduk. Bir zamanlar Side’de böyle bir antik tapınağı görmüştüm. Denizlerin idamının üzerinden on yıl geçmişti. Yolum neden Side’ye düşmüş olabilirdi o günlerde? Muhtemelen, 12 Eylül 1980 darbecilerin beni bulamayacakları bir yer arama çabasıydı. Sideli biri, Apollon tapınağının önünde, tapınağın yeniden gün yüzüne çıkış hikayesini anlatmıştı. Eskiden demişti, burası üzeri toprakla kaplı düz bir alandı. Şu gördüğün sütunun tepesine biz eskiden eşek taşı derdik. O taşın üstüne çıkıp eşeğe binerdik.

Şimdi o eşek taşı gökmavi bir zemin üzerinde yıkılmış, o asla geri getirilemeyecek yılların hüznüyle sanatsal bir yapıta dönüşmüştü.

Çok çok eskilerden kopup gelen Anadolu’nun geçmiş ve bugünkü çıkmazlarını özetleyen hüzün saçan bir tabloydu bu. Görkemli medeniyetlerden, sıradan hayatlarımıza kadar her şeyin geçici olduğu gerçeğinden kaçamayacağımızın kesin bir kanıtı gibiydi. Bremenliler ne düşündüler o tablonun önünde bilemem ama ben, Selçuklular, Anadolu’ya ayak bastıklarında 16 milyonluk nüfuslu memleketimi düşündüm. Selçukluların gelişiyle beraber nüfus bir iki yüz bin daha artmıştı. 800 yıl sonra, 1914’de, Anadolu’nun nüfusu halen 16 milyondu. Demek ki sekiz yüz yıl içinde öyle çok kırım ve savaşlar yaşanmıştı ki, nüfus bir türlü artmamıştı. Birinci Dünya Savaşı başladığında, nüfusun neredeyse yarısını oluşturan Hırıstiyanlar da, sekiz yıl içinde o topraklarda kırım ve sürgünler sonucu kaybolup gitmiş ve bizler adına Türkiye Cumhuriyeti denilen bir devlet kurmuştuk. Türkiye Cumhuriyeti adıyla kurulan neredeyse yüz yaşına yaklaşan bu devletin yurttaşlarına mutlu bir hayat sunduğunu söylemek zordu. Mutlu hayat sürdüren bir kesimin olduğu kuşkusuzdu. Ama mutsuzlarla kıyaslanınca küçücük bir azınlığı teşkil ettikleri kesindi.

“Toprak Ev”in önündeydik o sırada. Bir göçebe çadırı da denebilirdi bu yapıta. Üzerinde Türkçe ve Fransızca, Yaşar Kemal’in Binboğalar Efsanesi’nden alıntıyla süslü bir çadır. Yaşar Kemal’in, merkezi devletle uyum sağlayamayan göçerlerin çaresizliğini yansıtan ağıtsal metnini kaç kez okudum bilemiyorum. Her seferinde, boğazımda bir şeyler düğümlendi ve bu kutsal devletin acı vermediği kaç yurttaşı olduğunu düşünmeye başladım. Tamam, Ermenileri, Rumları, Yahudileri, Kürteri, Alevileri, Süryanileri, Romanları solcuları, daha daha nicelerini anladık da, devleti için can vermeye hazır, işkencede tırnakları sökülen aşırı sağcıların, üzerinde sigara söndürülüp, ipe çekilen Başbakanının, bakanlarının başlarına gelen hadiselerin anlamına kafa yordum. Öyle dalıp gitmişim ki, Bremenli sanatseverler çoktan gözden yitmiş ve serginin “Diyarbakır” başlıklı bölümüne ulaşmışlardı.

Ben grubu ararken, erkekten kadına dönüşen bir video insalasyonu odasındaydım. 70’li yıllarda, sağcı ve solcu gençler birbirini kırmakla meşgulken, Nil Yalter, “erkek” ve “kadın” kategorisi dışında da cinsler olduğunu çoktan keşfetmişti. Demek ki, diye düşündüm, zaman uygun olmasa da, bir sanat yapıtı yıllar sonra da güncelliğini koruyabiliyor, yapıldığı yıllardaki anlamsızlığı yıllar sonra ciddi bir siyasi sanatsal manifestoya dönüşebiliyordu.

Demek istediğim Köln adı verilen, Romalıların kurduğu bu sevimli şehirde, kendini “Ben bir mesajım” diye özetleyen, kökleri Selanik’e uzanan, İstanbul’da büyümüş, bir Fransız vatandaşının muhteşem sergisi var. Bütün eserleri Türkçeye Çevrilmiş Heinrich Böll Meydanı’ndaki Ludwik Müzesi’nde. 2 Haziran 2019’a kadar açık. Türkçe ve Kürtçe turlar da mevcut. Serginin adı Nazım Hikmet’in şiirinden alıntı: Sürgünlük zor zanaat zor! Bana kalırsa mutlaka görün derim. Sergi, Atlantik’in öte yanına, New-York’a gitmeden önce. Hazır Köln’deyken.

Nil Yalter, Sergi: Sürgünlük Zor Zanaat Zor // Exile is a Hard Job

Museum Ludwig

Heinrich Böllplatz 50667 Köln

Tel: 0221 221 26165

https://www.museum-ludwig.de/