Bu bir kurgusal öyküdür. Pazar pazar siyasetten biraz uzaklaşıp, nostalji ve ütopya alemlerine dalmaya bir nebze yardımcı olur umarım...

......

Harun Reşit Kalesi eteklerinde oturmuş Haruniye'yi izliyorduk. Haruniye dünyanın en güzel on şehrinden biridir. Ceyhan bir, Haruniye iki, Derinkuyu üç, Soma dört, Azdavay beş, Divriği altı, Milas yedi, Birecik sekiz, Bandırma dokuz, Arpaçay on diye devam eder liste... Eeeee Mut nerede, Bigadiç, İznik, Foça, Gemlik, Göksu, Elbistan, Besni, Boyabat, Tosya, Kangal... Karlıova'yı nereye koyacaksın? Kederi sana kalan Karlıova! Neden listede ben yokum derse cevabın ne olacak? Hele hele Ovacık; "Birader ben neden listede yokum?" dese ne edeceksin? Kutuderen var, sevmem seni mi diyeceksin?

"Seni bir kez öpsem, ikinin hatırı kalır, İki kere öpeyim desem, üçün boynu bükük". Cemal Süreyya'nın dizelerine benzer şehirleri sıralamak...

Bu nedenle listeye gerek yoktu. Anadolu'da güzel şehirler var, diyelim yeter.

Gençtik o zamanlar ve ülkede devrimci iç savaş vardı.

Ben, ortağım Erhan ve eşek Harun Reşit kalesinde oturmuş Haruniye'yi kibar adıyla Düziçi'ni izliyorduk.

Bahtiyar ve mesuttuk.

Bir zaman önce Allah'ın kullarına zulmetmek için yarattığı bir coğrafyadaydık. Zalim bir coğrafyada ve bin bir zorlukla cebelleşiyorduk. Sonra başımıza bir bela geldi. Zar zor o belayı def ettikten sonra, biraz dinlendik. Ve nihayet o Allah'ın kullarına zulmetmek için yarattığı coğrafyadan, Allah'ın kullarına hamdetmesi yarattığı Çukurova'ya tayin olduk. O meseleyi kısmen "Gavat Faşizm" yazısında anlatmıştım.

Bahtiyar ve mesuttuk.

Çukurova sevilmez mi ya? Candır, evdir, tanıştır, insanın kendini güvende hissettiği yerdir. Hatta söyleyenin yalancısıyım; "Dünyadan evrene açılan yedi kapıdan biridir Çukurova." Kudüs, Tibet, Antakya diye devam eden listede bu coğrafyalarda enerji kapılarının olduğu iddia edilir. Kapı nerede biliyon mu okur? Taş köprünün orda dur, sol yanını Ceyhan nehrine ver, bin iki yüz elli bir adım yürü, Hikmet’in tarlasını geç, Ceyhan cezaevine doğru bin adım daha at, aha da evrenin enerji kapısından biri tam da burada duruyor. İster inan ister inanma... (Yok bre okur öyle şeyler, inanma öyle şeylere, uyduruk tarih yazımı bunlar. İnanmazsan Edward Hallett Carr'ın kitaplarına sor… Orada olsa olsa meşhur Ceyhan karpuzu olur ancak…)

Bal ticareti yapıyorduk.

Adana ise bal konusunda mühim bir şehirdir.

İlk ay bal ticaretinin döngüsünü anladık, ikinci ay bu döngü içinde pozisyon aldık. Üçüncü ay ise bal ticaretinde kendi çapımızda bir aktör olduk.

Dağ köylerinden topladığımız balı toptancılara satıyorduk. Dolayısıyla hünerimiz kadar Aladağlar, Tahtalı dağları, Amanoslar, Toroslar, Ahir dağları, Misis dağları, Nur dağları, Binboğa dağlarını keşfetme imkânınız vardı.

Bal mühim bir şeydir. Topladığımız o bal ise ortalama bir yurttaşın sofrasına gelemezdi. Çünkü çok pahalıydı. Fakat ne yapıp edip o balları, yoksul halkların, bir kısım devrimcilerin ve özellikle Ceyhanlı ailelerin evlerine ikram ediyorduk.

Harun Reşit kalesi eteklerinde oturmuş zamanın gelmesini bekliyorduk. Benim şehirlere gitmem gerekiyordu. Rutin akışın dışında, olağanüstü bir görüşmeye çağrılmıştım. İçimde bir tedirginlik olsa da olağan bir olağanüstü görüşme çağrısı olduğunu düşünüyordum. Olurdu öyle şeyler…

Erhan ise daha taaaa Çatak köyüne gidecekti. Varacağı köy iki saat yürüme mesafesinde, gecenin olmasını bekliyordu. Çünkü bal satın alacağımız adam bu saatlerde bal topluyor olmalıydı. Evinde yetişkin erkek yoktu, dolayısıyla adamın eve gelmesini, pijamalarını giymesini ve dahi yemek yemesini beklemek gerekirdi. Kalıcı ve güvenli ilişkiler için bazı raconlar vardı. Asla yetişkin erkek yoksa eve girilmez. Bu ve benzeri kanunlara riayet etmek bizi hem güvenilir esnaflar yapmış hem de devrim mücadelesinin lojistik ağı örülmesine fayda sağlamıştı.

Zaman gelmişti, kucaklaştık, ayrıldık Erhan'la. Eşeğe de eyvallah dedim. Eşek deyip geçmemek lazım candı ve bize inanılmaz kolaylıklar sağlıyordu. Sağ olsun… Ha şu mesele doğrudur, eşeği satın aldığımız ilk dönemlerde Cüneyt Arkın'ın filmlerine özenip, eşeği kayalık patikalarda yokuş aşağı dört nala sürüp defalarca düşüp dizlerimi ellerimi kanattığım çok olmuştur. Erhan ise her seferinde “determinizm diye bir şey var” diyerekten tebessüm ederdi…

Geceyi Haruniyeli bir meslektaş balcının evinde geçirdim. Sabah Osmaniye'ye gittim. Orada çorba içtim, sonra Osmaniye'de çorba içtiğime pişman oldum, sevmem la bu şehri diyerekten.

O şehir senin, bu şehir benim, o kasaba benim, bu köy benim diyerek varacağım yere vardım.

Varmaz olaydım...

Ferdi Tayfur'un söylediği ve Ferdi Tayfur, Kerem Murat Ökten, Sait Büyükçınar'ın yazdığı “Susadım çeşmeye varmaz olaydım” ruh hali içinde olacaktım.

Nereden bilecektim beni bekleyen acı gerçeği...

Bahtiyar ve mesut girdiğim evden bir güne yakın süren toplantıdan sonra, umutsuz, derbeder, kaybetmiş ve yıkılmış olarak çıktım.

Ölmek, tutsak düşmek, işkence görmek, ağır koşullarda çalışmak, kayıp edilmek, imkânsızlıklar ile boğuşmak, izolasyon içinde çalışmak, hatta izolasyonun içinde ki izolasyon da çalışma ya dahi hazırdık Lakin bu felakete hazır değildik.

Felaket zamanların ilacı yürümek ve yüzmektir. Ki öyle oldu. Çok yürüdüm, çok yüzdüm ve hiç konuşmadım.

O zamanı ifade edecek sözcükler bulmakta zorlandığım için kısa geçiyorum...

Nihayet kendimi ancak üçüncü alternatif görüşmeye hazır hissedince Erhan'ın yanına gittim.

Ormanlık bir köye üç saat yürüme mesafesinde gol kenarında buldum onu. Her daim benden yedi yaş büyüktü. (20 yıl sonra öğrendim 12 yaş büyükmüş, kesin bilgi değil ama). Hayat neler neler göstermişti ona. Yüzümde ki ifadeden, konuşmakta zorlanmamdan ne denli büyük bir felaketin başımıza geldiğini anlamıştı. Tüm konuşma teşebbüslerini geçiştirmiş zaman kazanmıştım.

Birkaç gün süren suskunluktan sonra yapmam gereken işleri kendi usulüm ile yapmıştım… Mevcudiyetimizi dondurup balın içinde sakladım.

Bu arada Erhan'da anlatacaklarımı Eyüp sabrı ile beklemişti.

”Buradan ayrılıyoruz. Tayin çıkacak yeniden. Fakat bir görüşme yapacaksın. O görüşmeden sonra her şey belli olacak” dedim.

Erhan tebessümle sordu; “Hayırdır beni ÖSS, ÖYS sınavlarına mı sokacaklar. Bilesin ben Türkiye'de derece yapmış adamım…”

Gerçekten öyleymiş. Bu adam ODTÜ elektrik elektronik mezunu bir mühendismiş. Fakat Antep’te okumuş. Bu şahane bir hikâye sonra anlatırım belki. Tabi Antep üniversitesi daha önce ODTÜ'ye ne bağlı öyle bir şey. Ben bilmiyordum o zamanlar bunları, de ki 20 yıl sonra adamın ismini okulunu, yasını tahminen falan öğrenmiştim.

Fakat entel dantel olduğuna dair güçlü verilerim vardı. Ecnebi müzik dinliyordu. Pink Floyd, John Lennon hatta opera dinlediğine şahitlik etmiştim. Ayrıca klasik müzikte severdi. Bunlar o dönem benim için ecnebi lumpen şeylerdi. Ayıptır söylemesi bu “çıks” müzikleri az daha yasaklayacaktım adama… O zamanlar bir abimiz vardı, ona anlattım. “Tingir, mingir müzik dinliyor, Cohan Leymun (John Lennon), Pini Fileydi (Pink Floyd), Valdı (Vivaldi) gibi şeyler dinliyor bu verdiğiniz adam” demiştim. Kederli bir tebessümle yüzüme bakmıştı abimiz… Anlamıştım zararlı olmadıklarını bu müziklerin.

Yaşımız ve hayat bilgimiz bunları idrak etmeye yetmiyordu. İnsanın ekonomik, sosyal, eğitim, kültür, yaş, çevre, birikimi kadar idrak ederdi bazı şeyleri… Neyse efendime söyleyeyim hikayesi uzun ve ne de olsa yirmi yaş altı hikayelerdi bunlar.…

Gülümsediğimi görünce, birden ciddileşti. "Abi ile mi görüşeceğim, onu çok özledim." dedi.

Bu soru ile bana zarf attı. Fakat öyle bir noktadaydık ki bunların hiçbir ehemmiyeti kalmamıştı.

“Yok! Önce bir görüşme yapacaksın, sonra gerekirse abiyle görüşürsün. Genel komite temsilcisi ile görüşeceksin” dedim.

Yüzünün o ifadesini yirmi dokuz yıl geçti hala unutmam.

“O mu oldu?” diye sordu.

“Yok ya, o niye olsun!” dedim.

Yüzünde bir tebessüm oluştu.

"Üzülme ya, anladım ben meseleyi, fabrika dayatması yaptın yine demi arkadaşlara, yine senin tayin fabrikaya çıkmadı demi. Üzülme bir gün mutlaka işçi sınıfı içinde çalışacaksın. Bu meseleyi büyütme, geçen tayin sürecinde de yine öyle yaptın. Unutma İşçi sınıfı devrim yapamaz işçi sınıfının partisi devrim yapar."

He deyip geçtim. Normal zamanlarda bu provokatif cümle üstüne sabaha dek konuşurdum. Erhan'a imrendim, olan felaketten haberi yok birkaç gün daha olmayacak ne mutlu ona…

Ayrıca işçi sınıfında ve özellikle fabrikada çalışmak mühimdi, ideolojik mideolojik değildi mesele. Bir roman okumuştum ve devrimin nasıl yapıldığı rasyonel şekilde kafama yatmıştı. Fakat işçi sınıfı dışında devrimin nasıl yapılacağını dair simülasyon yapamıyordum. Mesele buydu.

Ilık bir rüzgâr esiyordu, Gökte yıldızlar vardı. Her şeyi ile içselleştirdiğimiz ve sevdiğimiz diyarlar sizleri son defa göreceğimi biliyordum, kederli bir türkü gibi eyvallah deyip şehirlere doğru yola çıktık.

----

Bir şehre varmıştık ve orada kalıcı değildik. Yolumuz oradan geçiyordu. Lakin şehirde anormal bir hareketlilik vardı. Çok aşırı bir kontrol vardı. Sokaklar dahi tutulmuştu. Caddelerde kimlik kontrolü vardı. Saçma bir anormallik vardı.

Ortalıkta dolaşmak tehlikeliydi. Bu şehirde tanıdık insanlar vardı tabi ki, fakat evleri çok uzaktı. Bu insanlar öyle böyle açık alan devrimci tipler ya da devrimcilere yardımcı olan lojistikçiler falan değildi. Zaten bilinen bu tür insanlara Allah'ın selamını vermezdik. Biz onların bazılarını bilir ama onlar bizi tanımazdı. Bizim tanıdığımız insanlar daha çok bizim örgütlediğimiz işçilerdi ve ömürlerini davaya vakfetmiş insanlardı.

Yok imkânı yoktu. Onların evlerine asla ulaşamazdık. Hemen bir yere girmemiz gerekirdi. Erhan birkaç apartmanın kapısını zorladı, açılmıyordu. Şansımız olsaydı, ki zamanında öyle çok yapmıştık, bir apartmanın çatı, bodrum, kazan dairesine girip zamanın geçmesini bekledik. Hatta bir gün Erhan bir kapı ziline bastı teyzeyle muhabbete tutuştu, ne yaptı, etti o gün kalmıştık evde. Erhan muazzam bir adamdı bu konuda. Ona de ki şu karşıki eve çık yârim saat, bir saat sonra perdeyi aç, pencere önünde kahve iç onu bile yapar. Ki çok yapmışlığımız var bunu, kaybedenin baklava ısmarladığı, bir oyun misali... Gerçi bu Erhan mızıkçı bir adamdır, bir gün yine öyle bahse girdik. 45 dakika sonra perdeyi açıp pencere önünde ev sahibi ile çay içmiştim. O “yok biz kahvesine bahse tutuştuk. Siz çay içmişsiniz.” Diye tutturdu. Baklavamı ısmarlamadı. Otuz yıllık mesele ama mevzu baklava olunca insan unutmuyor işte.

Bir kahveye girdik hemen. Şansımıza kahve kumarcı kahvesi çıktı. Dışarı çıkmaya niyetlendik ama böyle bir kahvenin avantajları dezavantajlarından fazlaydı.

Kahvedekiler ters ters baktı önce, sonra bir racon koyduk ve kahvedekiler hürmetle bizle bağlantısını kestiler...

Racon şuydu; Bir kâğıt destesi istedik. Kâğıt eski diyerekten garsona fırça kaydık. Halbuki gıcır gıcırdı, Yine de hiç açılmamış oyun kâğıdı destesi istedik. Buda bizi bu alemin insanı olduğumuzu beyan ediyordu.

Epey kılıç çektik. Bu düz basit bir kumardı. Sonra barbut attık epey bir zaman sonra mola verdik. Bu arada açtık, seyyar ciğerciden şahane hala tadı damağımda ikişer porsiyon ciğer yedik.

Yanımıza iki kahve bebesi geldi. Bu tür bebeler her kahvede olurdu. Bunlar çok fonksiyonlu bebelerdi. Vukuat olursa müdahale eden, acemilerin parasını uten, ihtiyaç olursa garsonluk yapan, okeye dördüncü olan kahve demirbaşı tiplerdi. Kılıç çektik. Az bizi de ütülediler… Ciğer, kahve, çay, kola, sigara paketi ısmarladık. Hemen arkadaş olduk. Teyze oğlu diye hitap etmeye başlamıştık bile.

Kahvenin yedi göbek hikayesini öğrendik. Onlarda bizi sanki yüz yıldır tanıyormuş gibi hissettiler.

Hakkımızda tek cümle kuramayan bu bebelerin anılarına kendimizi monte ettik başarıyla.

……

Demiştim size aşırı anormal bir durum vardı şehirde ve bu kahveden güle oynaya çıkmayacaktık.

Polis bastı kahveyi ve bizi aldı. Cumbur cemaat bizi mahalle karakoluna aldılar.

Biz bunu bekliyorduk, bunun için kâğıt destesi, zar ve kumarcıların öne sürdüğü para yerine geçen bazı pulları cebimize atmıştık.

Karakol tarihinde öyle kalabalık görmemişti. Bahçesi bile doluydu. Bir salonda kumarcılar diye ayakta dikildik, fakat o denli insan vardı ki herkes birbirine karışmıştı.

Meseleyi anlamaya çalışıyordum, sağa sola bakarken birinin bana baktığını gördüm. Az daha çığlık atacaktım. Hatta Erhan bastırdığım çığlığı gördü. Devrimci mücadelede o güne değin tanıdığım en mühim adam oradaydı. Bir hiç kimse gibi kalabalığın içinde duruyordu. Velev ki o dikkatle bakmasaydı hatta beni gör diye bakmasaydı asla onu diğerinden ayıramazdım. O denli hiç kimse gibi duruyordu. Ne giyimi ne tıraşı ne uzunluğu ne ceketinin rengi orada o kalabalıkta belirgin hiçbir özelliği yoktur.

Ne yapacağımı şaşırdım. Bu ne tür bir operasyon gerçekten anlamadım. Bu şehirde ne işi vardı? Bu karakola nasıl getirilmişti? Nasıl yakalanmıştı? Tek miydi? Onlarca soru aklımdayken birden bir fikir geldi aklıma.

Aklıma şimşek hızı ise bir plan geldi.

O iki kahve bebesine çömel dedim. Cebimden çıkardığım kâğıtlar ile kılıç çekmeye başladık. O iki bebe için karakolda kumar oynamak çok havalı geldi. Çok değil birkaç dakikada meraklı bir kalabalık başımıza toplandı. Hatta katılmak isteyenler bile çıktı, derken bir tekme geldi sırtıma, birilerin ayakları altında ezildik. Neyse uzatmayalım iki sivil bizi ayağa kaldırdı. Üst araması yaptı. Bende zar, kâğıt, pul ne ararsan çıktı. Dayaktan sonra nasihat kısmına geçtiler, nasihat uzadıkça uzadı, tam o anda Bruce Lee yi kıskandıracak bir uçan tekme ile tanıdığım en mühim devrimci abiye saldırdım. Adamın yakasına yapıştım, O iki bebe durumu anlamadan adama saldırmaya başladı, Erhan ise adamı o iki bebeden korumaya çalışıyordu.

Sanki en şanlı devrim sloganlarını atar gibi bağırıyordum.

Paramı geri ver, paramı geri ver!

Kumarı raconuna göre oyna!

Burada saklanarak yırtamazsın, paramı geri ver….

Ben o parayı babamın cebinden çaldım, akşama oyar beni....

Bağırıyordum.

Karakol benim sesimle çınlıyordu. Sanki “Halkız, Haklıyız Kazanacağız!” Sloganını atar gibiydim, avazım çıktığı kadar bağırıyordum.

“Paramı geri verrrr, paramı geri ver, kumarı raconuna göre oyna…”

İki bebe de namussuzlar, adama girişirken, Erhan geri çekiyordu onları. Zapt etmek zor.

Bu arada karakol polisleri geldi. Karakol amiri orta yaşlı yorgun bir adam getirin bunları odama dedi. Ben , Erhan, iki bebe ve o abimiz ile odaya girdik.

Karakol polisleri bu bebeleri tanıdılar. Siz niye buradasınız falan sordular. O iki bebe “biz teyzemizin çocuklarıyla (benle Erhan'ı göstererek) kahvede oturuyorduk, bu adam geldim, paramızı aldı dediler.

Karakol polisleri; “Paramızı aldı ne demek, kumarda ütüldük desenize lan ibneler” dedi o iki kahve bebesine…

Ben de; “Tamam kumarcıyız, saklayacak değiliz ama raconuna göre oynamıyor. Bu olmaz.” Dedim.

Oradaki sivil polislerden biri “Az sonra kerhaneciler (siyasi polis, 1. şubedekileri kastediyor) gelecek, kumarcıları verseydik onlara bize kıçları ile gülerdi.” dedi.

“Siz siktirin gidin” dedi orta yaşlardaki yorgun komiser.

‘Ben mühim abinin koluna girdim. “Ben paramı almadan, buradan buraya gitmem, akşam babam oyar beni “dedim.

“Sen babandan korkuyor musun?” diye sordu komiser.

“Tabi korkuyorum, oyar beni, akşam evden atar, ne yaparım o zaman?” dedim.

Bana o denli içten, “aferin oğlum” dedi ki şaşırdık hepimiz, komiser iç çekerek kendi kendine konuşur gibi ekledi; “Benim deyyus oğlum, benden korkmuyor, bana el kaldırdı geçen gün, Aferin oğlum kork babadan.”

Ben de boş bulundum; “Amca paramı al bu adamdan” dedim.

Birden komiser kendine geldin.

“Pezevenge bak ya, bana kumar parası tahsil ettirecek, cingöze bak ya, lan ben tahsilatçı mıyım, sıktırın hepiniz buradan, dışarıda çözün meselenizi…” tekme ata ata bizi karakoldan attılar.

.......

Yağmurlu bir geceydi, Gökte yıldızlar yoktu. Bir kaç sokak sonra kahve bebeleri bizi bırakıp gittiler, Üçümüz sakin ve hızlı adımlar ile epey uzaklaştık ve bir ara sokakta durduk.

“Abi bizim güvenli evlerimiz var burada, istersen bizimle gel.” dedim

Mühim adam; Biliyorum, sağ ol, teşekkürler yoldaş, iyi iş kotardın … Dedi bana sonra Erhan’a dönerek; “Merhaba Erhan değişmişsin epey” dedi…

Erhan ile diğer arkadaş sarıldılar.

Siz hiç değişmemişsiniz, aynısınız, dedi Erhan…

Ben şaşkınlıkla, “siz tanışıyor musunuz?” diye sordun.

“Evet” dedi ikisi de bir ağızdan… Mühim abi; “Sen Antep cezaevine gönderildi sonra demi Erhan?” Erhan; “Evet daha sonra Antep’e sürgün edildik.” dedi.

Mühim abi bana dönerek; “Konuştunuz mu Erhan’la? Biliyor mu?”

“Yok, sen konuşacaksın diye, konuşmadım. Öyle dedin ya...” dedim.

“Tamam o zaman, Erhan benimle geliyor, sende abi ile olağan zamanda görüşürsün. Sana yeni görev yerini bildirecek.” dedi mühim adam.

Sarıldık, ayrıldık.

Yağmur hızlanıyordu, karanlıktı. Biliyordum ömrümde son defa görecektim onları. Gerçekten de öyle oldu. Biliyordum yeni bir hayat başlıyordu benim için. Belirsiz, zor, yalnız ve kaçak…Bu bir ayrılık zamanıydı. Ömrümün ilk devrim okulundan o sokak arasında ayrılmıştım… Bir daha hiçbir devrim okuluna girmemiştim ama üç beş defa devrim okulu açma girişimim olmuştu. Her seferinde başarısızlıkla sonuçlanan. Sonra devrim fikriyle, sosyalizmle falan yollarımız ayrıldı zaman içinde... Neyse ne, hayat işte...

....

Ayaklarım beni işçi Cebrail’in evine götürüyordu…

İçimde bir miting alanının dağılışı benzer bir duygu vardı.