İki haftalık yemin protestosu sonunda tutuklu vekillere özgürlük yolu gerçekten açıldı mı, meçhul. Ama yemin etmeye hazırlanan CHP, “Maksat hasıl oldu” diyor



B elli ki, CHP’deki yemin krizi sonunda çözülüyor. Derin CHP kulislerinde, parti yönetiminin Meclis Başkanı Cemil Çiçek’le yapılan görüşmelerden memnun olduğu, CHP’nin bugün öğleden sonra ya da yarından itibaren genel kurula girip yemin edeceği bilgisi var.
Tabii siyasette 24 saat uzun bir zaman. Ancak her şey planlandığı gibi giderse, Meclis Başkanı Çiçek’in teşvikiyle bir süredir temas halinde olan CHP ve Ak Parti heyetleri arasında ortak bir “metin” açıklanacak. Anladığımız kadarıyla bu metinde (tutuklu vekiller nedeniyle) “Halkın iradesi tecelli edememiştir” denilecek, “demokrasi ve hukukun üstünlüğü”nden söz edilecek ve “Çözüm yeri TBMM’dir denecek.”
Eğer Başbakan Erdoğan da Ak Partili kurmaylarının onayladığı bu metni kabul ederse, yemin krizi bugün çözülmüş olacak. CHP Meclis’e girecek, hatta yemin ettikten hemen sonra hükümet programıyla ilgili görüşlerini belirtecek.

Tutuklulara umut var mı?
Peki bu iki haftalık direniş sonucunda CHP ne elde etmiş oldu? Henüz tutuklu vekillerin salıverileceğine dair bir emare yok. Hükümet, “Çözüm yeri Meclis’tir” diyor, ama onun ötesinde herhangi bir hukuki çözüm formülüne “Evet” demiş değil. Başbakan bu konuda “Gelin yeni anayasa yapalım” ötesinde bir irade beyanında bulunmuş da değil. Hatta görebildiğim kadarıyla ne Başbakan ne de Ak Parti yöneticilerinin ağzından “Seçilmiş 8 milletvekilinin Meclis’e gelemiyor oluşu demokrasiyi yaralayan yanlış bir durumdur” gibisinden bir değerlendirme  çıkmış da değil. Ak Partililerin, henüz hüküm giymemiş ve kaçma şüphesi olmayan Mustafa Balbay, Mehmet Haberal ve 5 KCK tutuklusunun Meclis’e gelmesini istedikleri bile sanmıyorum.
Bu durumda tekrar soralım: CHP iki haftalık protesto sonucunda ne elde etti? Kılıçdaroğlu’nun iki hafta önce grupta şart olarak öne sürdüğü gibi vekillere “yemin etme yolu açıldı” mı, yoksa ana muhalefet partisinin yaptığı, kabaca “tükürdüğünü yalamak” mı?
Dün bu soruyu doğrudan CHP kurmaylarına sordum: Tutuklu vekiller konusunda iki hafta önce alamadığınız hangi tavizi aldınız iktidar partisinden? Somut olarak elde ne var?

“Gündeme taşıdık”
Görüştüğüm genel başkan yardımcılarının tümü, zaten başından beri amaçlarının bu eylemi tutuklu vekiller Meclis’e gelene kadar sürdürmek olmadığını, önemli olan “çözüm konusunda iktidar partisinden bir irade beyanı” görmek olduğunu söylediler. Bunu gördüklerini söylüyorlar. Peki yarın açıklanacak mutabakat metninde “Çözüm yeri Meclis’tir” gibisinden yuvarlak laflar dışında tutuklu vekil ayıbının çözüleceğine dair somut bir anlaşma olacak mı? Bunu hep birlikte göreceğiz.
CHP’lilerin ikinci argümanı ise, daha ikna edici. “Biz bu protesto sayesinde uzun tutukluluk süreleri konusunu hem Türkiye ve hem de dış dünyanın gündemine taşıdık. Eylem amacına ulaştı İnsanlar artık bunun demokrasi için bir sorun olduğunun farkındalar. Bundan sonra da sadece 8 vekilin durumu değil benzer durumda olan 1700 kişiyi de sürekli gündemde tutacağız.”
Gerçekten de Türkiye’de bir hukuk devletiyle bağdaşmayan uzun tutukluluk süreleri, demokrasi için bir kara leke. “Madem bu notları aldın, neden haber yapmadın” diye darbeci bir çetenin yöneticisi olmakla suçlanan gazeteci Mustafa Balbay, 858 gündür hapiste! Hem de tek başına bir hücrede. PKK davasından yatan Sebahat Tuncel seçildikten sonra Meclis’e gelebildi, ama bazı çevrelerin “kan davası” hissiyle yaklaştığı Ergenekon tutukluları, bırakın salıverilmeyi kendilerine karşı suçlamanın ne olduğunu bile doğru dürüst öğrenebilmiş değil.
Bu anlamda CHP eylemi gerçekten uzun tutukluluk süreleri ve yargıdaki çifte standartlar konusunda kamuoyunda bir hassasiyet yarattı. Ama doğruya doğru, anamuhalefet Meclis’e bu konuda herhangi bir taviz koparmadan giriyor.

Parti içi denge hesabı
Peki neden? Çünkü bu noktadan sonra iktidar ve kamuoyu baskısına direnip eylemi devam ettirmek, CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun otoritesini hafif örseler hale geldi. CHP grubunda “Yemin edelim” sesleri her geçen gün artıyor. Taze vekillerden bir bölümü, bu krizin uzamasından, aylar boyu maşsız kalmaktan, partinin kamuoyu nezdinde yıpranmasından korkuyor. Bir de üstüne Deniz Baykal çıkıp ‘Artık yemin etmek lazım’ deyince, “Gerekirse dört yıl sürdürürüz” denilen protesto, bir ara formülle sonlandırılacak gibi.
CHP bugün muhtemelen yemin edecek. Ama bu bundan sonra tutukluluk süreleri ve diğer ihlaller konusunda sessiz kalacakları anlamına gelmiyor. Bu yıl Meclis sert başladı, sert devam edecek gibi...


Ankara gündeminde neden Hama yok?





Başbakan Tayyip Erdoğan geçen hafta Meclis’te hükümet programını okurken, Orta Doğu’da Arap Baharı’na değindi, “kardeş halklardan” ve bölgenin daha “demokratik, şeffaf ve etkin yönetimlere kavuşması ndan” söz etti.
Ancak tabii en sert sözleri Mavi Marmara krizinde “uluslararası hukuka ve her türlü insani değerlere aykırı ” davranmakla suçladığı İsrail’e yönelikti. Başbakan’ın İsrail’den özür talebi ve hâlâ kızgın olmasına sözüm yok.
Ancak İsrail’e sarf ettiği sözlerin onda birini hükümet programının açıklandığı mübarek Cuma günü yine halkına ateş açan ve Hama’da 27 kişiyi öldüren Beşar Esad’a sarf etmemesini anlamak mümkün değil.
Türkiye’de muhafazakâr kesim, öteden beri baba Esad’ın 1982’de Hama’da 20 bin kişiyi katletmiş olmasını lanetle anar. Oysa hâlâ “denge” adına Esad rejimine karşı toleranslı davranan  Ankara, babası kadar gaddar olduğunu kanıtlayan Beşar Esad’a Pamuk Prenses muamelesi yapmaya ısrarlı. Erdoğan’ın konuşmaya başlamadan saatler önce, Hama’da 500 bin kişi hükümeti protesto ediyordu. Son aylarda binlerce ölü, on binlerce tutuklu var. Ama Ankara’da kimsenin yüreği sızlamıyor.
Bilmem ki... Libya’da bu kadar “dengeci” davrandığı için prestij kaybeden ve son anda manevra yaparak durumu toparlayan Ankara, yanıbaşımızdaki Suriye’de neden ille aynı hatayı tekrarlamak istiyor? Neden halk değil rejim, demokrasi değil denge hesabı var?
En azından iki üç kelimeyle Suriye halkının telef olmasına karşı çıkmak mümkün değil miydi?



İsrail’le son viraj

Kamuoyunun CHP’yle ilgilendiği son iki hafta, dışarıda sessiz ve derinden ciddi bir pazarlık süreci yaşanıyordu.
Söz ettiğim, Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun New York’da İsrailli muadilleri ile sürdürdüğü gizli temaslar ve bunun sonucunda İsrail’in Mavi Marmara konusunda “özrün” kıyısına gelip sonra gerisin geri basması...
Türkiye, ilişkilerin “normalleşmesi” için ortaya attığı “özür ve tazminat“ koşulunda kararlı. Tazminatta sorun yok; ancak İsrail Başbakanı Netanyahu özür dilemenin İsrail’deki koalisyonu çatlatacağı endişesi içinde. Liderlik göstermek ve iktidarını korumak arasında bir seçimle karşı karşıya. Gel-git yaşıyor.
New York’taki görüşmelerin içeriğinden haberdar olan kaynaklar, bu kez Netanyahu hükümetinin Mavi Marmara’daki 9 can kaybı nedeniyle özür dileme (“apology”) noktasına “çok yaklaştığının” altını çiziyor. Ancak İsrail tarafı son dakikada pazarlıklara başkaunsurlar eklemeye çalıştığı ve İsrail’deki hükümet içinde uzlaşma sağlanamadığı için, görüşmeler sonuçsuz kalmış. 
Diplomatlar, iki ülke arasında önümüzdeki haftalarda bir anlaşma sağlanmazsa şu anda “derin dondurucuda” olan ilişkilerin daha da “bozulacağına” dikkat çekiyor. 27 Temmuz’da açıklanacak olan BM Mavi Marmara raporu, gemideki şiddet konusunda büyük ölçüde İsrail askerlerini suçluyor. Rapor açıklandıktan sonra ilişkilerin toparlanması daha zor olacak. Eylül’de ise BM’de Filistin Devleti’nin deklarasyonu var. Ankara,  İsrail’e zor anlar yaşatacak bu hamleye güçlü bir destek vermeye kararlı.
Aslında Türk-İsrail hattının bir an önce sağlıklı bir zemine oturması, Orta Doğu dengeleri için kritik önem taşıyor. Arap Baharı’nın başladığı bir dönemde  bir çok bölgesel kilidin anahtarı burada. 
Ama nasıl? Ben Mavi Marmara misyonuna başından beri karşıydım. Ancak gemide yaşananlardan sonra Ankara’nın geri adım atması mümkün değil. Devletleri ayakta tutan, her şeyin başında prestijdir. Bu filmin sonunda iki taraftan biri, stratejik hedefler uğruna prestij kaybını göze almak durumunda. Ancak  bunun Türkiye olmayacağı kesin.