Düş elerdim sabah sabah, kır düşmüştü yamaçlarıma. Kelimelere anlam katmaya hükümlüydüm. Ve biraz da hüzünleri kokusuz kâğıtlara sarmaya. Ağır yalnızlıkları kendime yakıştırdığım iskeleler bir bir çıldırırken, geriye tekinsiz gelgitlerini bırakıyordu. Okyanus gibi hissetmek bu olsa gerek, diye düşünedururken tam, sinsi ve geçkin yanardağların hışmına uğruyordum.

Yakınsak ve ulaşılmaz. Kendime yıldızlar kadar uzak. Bir yıldıza bastım, ah, bir daha bastım. Derken, dinleyen yokken konuşup durmak ne kolaydır. İçimizdeki boşlukta devinen galaksileri nerelere saklasak. Ölümle şaşırtılır bazı uçurumlar. Başkaları ise, inan, daha da sarsak. Yol ortasında, üstünü bir güzel örttüğümüzde, kadim ve zamansız mezmurların gerçekten yok olduklarına mı inansak...

Adını unuttum, su yükselirken, bir tufana tutuldum. Muhayyel bir harita sathında, kader dedikleri, sınırlarımı kendim çizerim. Bu şarkılar benim, içime içime söyler, ezberlerim. Perde indirdiklerim ve sahneye sunduklarım. Git dediklerim ve kalbinde kaldıklarım. Ölesiye verdiklerim ve kahramanca aldıklarım. Ey Tanrı’yı tanık tuttuğum, boyacısı mısın hayatımın? Burası boya odası mı? Bu attıkların fırça yarası mı?.