Seçmeyi de bilemedik, seçilmeyi de. Demokrasi denilen teraneyi hiç anlayamadık. Sevmeyi öğrenemedik, matem tutmayı bile beceremedik. Kendimize dışarıdan bakamıyoruz, içeriden kendi kendimizi kandırıyor, zehirliyor, kışkırtıyor veya coşturuyoruz. Oluşan bu sarmal kaotik ortam, memleketi hiçbir yere götürmüyor...

Avrupa ve ABD demokrasilerinde siyaset halktan herhangi bir insanın günlük hayatının vazgeçilmez bir yapıtaşı değildir. Seçimden seçime ve bazen de siyasi dalgalanmalarda haberdar olduğu, ilgilendiği, dikkat kesildiği bir hadisedir, süreçtir. Baktı ki yaşamında olumsuz giden bir şeyler, bazı unsurlar var ve ortaya çıktı, seçtiği siyasetçiyi ve oy verdiği partiyi değiştirir. Siyasi partilerin kendisine sunduğu boş vaatleri değil, ciddi politikaları gözden geçirir ve kararını verir. Seçmen siyasetçiden değil, siyasetçi seçmenden korkar, olanca özeniyle ve dikkatiyle davranır. Herhangi bir sözü ve söylemi yanlış anlaşılmasın diye uğraşır, sözlerinin, üslup, iletişim ve etkileşimlerinin çok iyi denetlendiği ve gözlendiğini bilerek ister istemez belirli düzeyde bir sorumlulukla davranır. Hele ki herhangi bir kanunsuz eylem, davranış, yolsuzluk, rüşvet benzeri bir tutumun kendi kişisel siyasi kariyerinin sonlanmasıyla neticeleneceğinin farkındadır, asla tenezzül etmez. Dolayısıyla, Batı demokrasilerinde seçmen siyasetçiyi yönlendirir, beklediği refah ve mutluluk seviyesi azalmaya başladığı anda, elinde sağlam bir koz vardır, oyları...

Bizde ve bizim gibi ülkelerde ise politikacı yukarıda kısaca sözünü etmeye çalıştığım korku ve tedirginliklerin hiçbirini duymaz. Vatandaşı, yurttaşı, seçmeni daima bir “yok olma” korkusuyla canlı tutmaya çalışır. Aynen deney tüpündeki fareler gibi... İyi bir siyasi lider demek, toplumu sindiren, dönüştüren, kendisine mecbur eden ve zombileşmek suretiyle beynini değil dürtülerini dinlemeye başlayan bir yapıya büründüren lider demektir. Gerçek şu ki, bizim insanımız gülümseyen, olumlu konuşan, kışkırtmayan ve kutuplaştırmayan, bunun yerine bütünleştiren ve kaynaştıran siyasi lider figürüne hem aşina ve alışkın değildir, hem de böyle kişilik ve karakterlerden hiç mi hiç hazzetmez. Lider dediğin, adam dediğin kodumu oturtur, bağırdı ve gürledi mi rakipleri titrer, her pahasına kazanır ve asla pes etmez, geri düşmez, yenilmez. Adeta bir masalsı kahramandır, fantastik bir filmden fışkıran yarı-Tanrı’dır. Bizim insanımızın, Türk seçmeninin kişisel düzlemde fakirleşmesi, gerilemesi, kötüleşmesi bu denklemi değiştirmeye yetmez…

Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın fevri ve heyecanlı görünümünün ardına maharetle gizlediği oldukça soğukkanlı ve pragmatik bir yapıya sahip olduğunu artık çok iyi biliyoruz. 2023’te değilse bile bir dönem daha başkanlık yapmak suretiyle 2028 gibi görkemli siyasi kariyerini noktalayacağı, zirvede ve tadında bırakacağı kulağa mantıklı geliyor. Belki de koltukta kalma noktasında İsmet İnönü’nün inat, sebat ve rekorunu takip edip kırmayı deneyecektir. Hatırlanacağı üzere 1884 doğumlu İnönü 1937’de CHP Başkanlığına getirilmiş ve vefatından bir sene öncesine kadar, yani 1972 yılına kadar 35 sene boyunca bu koltukta kalmıştı. 1954 doğumlu Erdoğan ise 2001 yılında kurduğu Ak Partinin halen doğal lideri ve başkanı konumunda, henüz sadece 18 sene olmuş. 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiğini düşünürsek ve kariyerini bu tarihten başlatırsak, 25 yıldır İstanbul ve Türkiye’yi yönetiyor. Yaşı da İnönü’ye nispeten gayet müsait...

Ne diyordu Demirel: "Dünün güneşi ile bugünün çamaşırı kurutulmaz." Sokaktaki seçim sıkıntısı ve bıkkınlığını Erdoğan da görüyor ama belli ki tam anlamıyla engellemiyor veya engelleyemiyor. Gereken adımları bir türlü atmıyor veya atamıyor. Halkta artık “seçimle geldiler, seçimle gitmeyecekler” görüş ve düşüncesi belirdi. Sokaktan çevireceğiniz 10 Ak Parti seçmenine sorsanız, en az 3’ü “artık yeter, bıktık, usandık” diyor ve seçim tekrar edilirse oylarının rengini değiştirebileceklerini ima ediyorlar. Bunu açık açık söyleyebilen vatandaşlar bile ortaya çıkmaya başladı, şaşırıyoruz. Güç gösterisini canı gibi çok seven Erdoğan için, YSK’yı da partisinin bir alt kurulu gibi kullanarak mazbatayı vermemek için bu kadar direnmek, seçim tekrarı ile korkutmak ve rakibi usandırmaya, bezdirmeye ve geri çekilmeye uğraşmak bir beceriksizlik ve zayıflık emaresi haline gelmeye başladı. Hatta Erdoğan’ın aleyhine işleyen bu düzenek şunu da düşündürmeye başladı, acaba Pelikan veya başka isimlerle anılan parti içi bir grup yavaş yavaş Erdoğan’ı koltuktan soğutmaya, uzaklaştıramaya ve indirmeye mi çalışıyor, birilerinin gizli ve derin planı bu mudur? Her görevin ve koltuğun adamı Binali Yıldırım bile sahneden usulca çekilmiş ve gerçeği görerek sessizliği bürünmüşken, kendisi gibi güvendiği ve inandığı ve şu an hiçbir unvanı ve görevi mevcut bulunmayan, eski avukat ve hukukçu Mevlüt Ünsal’ın garip hezeyanlarının peşinden gitmekte Erdoğan’ı ikna eden ana tetikleyici nedir? Gerçek amaç seçimi 2 Haziran gibi mübarek bir Ramazan günü ite kaka tekrar ettirerek Ak Partinin %0,3 değil de %3 gibi bir oy farkıyla yenilmesini sağlamak mıdır? Mağdur edebiyatının bu topraklarda ne kadar işe yaradığını Erdoğan’dan daha fazla ve iyi bilebilecek bir insanoğlu var mıdır?

Bugün itibariyle işsizlik oranları 2009’dan bu yana en yüksek düzeye çıktı, %14,7’yi gördük. Resmi rakamlara göre 4,7 milyona yakın işsizimiz var. Aslında bunun üzerine (iş aramaktan vazgeçenleri vs. de ekleyerek) 2 milyon daha koyarsak, 7 milyona yakın gerçek işsiz nüfus var diyebiliriz. Yine resmi verilere göre, Tarım dışı işsizlik %16,8 olarak gerçekleşirken, genç işsizliği ise tam %26,7’yi buldu. İstihdam hızla azalıyor, Türkiye karanlığa bürünüyor.

Şuracıkta o aleni ve aşikâr hakikati tekraren ifade etmiş olalım, bizim milletimiz ve seçmenimiz işsiz de olsa, aç da kalsa, gürleyen, bağıran, tehdit eden liderin peşinden gider. Bu denklem değiştiğinde, onu da yansıtmaktan ve kabullenmekten geri durmayız. Eyvallah…