İtalya’ya ikinci, Torino’ya ilk gelişim. Sebebim; Chalak Events ve Cas A Acmos gruplarının birlikte organize ettikleri ‘Canda Besinor’ festivali. Bir şehre ilk defa gelmek bende her zaman bir heyecan yaratır. Bu defa daha o heyecanlardan birini yaşadım. Yeni bir kent, yeni sokaklar, yeni insan hikayeleri…

Acele karar veren biriyim, ilk temasta, bir merhaba’da kent, sokak ya da kişilere dair içimde bir karar belirir. Bu defa da öyle oldu, güneşli bir günde, uzun bir otobüs yolculuğundan sonra Torino’ya merhaba dedim. Bu festival için Paris’ten gelen Chalak Events grubundan Bilal ve aynı gruptan festival için İstanbul’dan gelen Kine Em ve Cas A Acmos grubundan Fabio Nicola ilk merhabalaşmamız ile ‘güzel olacak bu günler’ diye kararımı verdiğimde biz kenti turlamaya başlamıştık bile.

Geldiğim günün sabahında şehri yürüyerek tanımaya çıktım. Bir şehri en iyi bu şekilde tanıyabilir ve anlayabilirim. Nehir kıyıları beni çeker ve şehri daha yüksekte görebileceğim tepeleri. Bu defa nehir ile yetinmek zorunda kaldım. Bir şehri tanımak için öncesinde çok bir araştırma yapmam, tarihi nedir, neleri ile bilinir, hangi müzeleri vardır gibi sorular ve bunların cevapları ile uğraşmam. Kendimi kentin sokaklarına bırakırım, ondan benim duyargalarıma çarpan neler var ise onlar ile tanımaya çalışırım.

Şehir merkezindeki tren istasyonundan nehre doğru yürümeye başladım, önce bir kahve içebileceğim bir kafe bakıyorum sokakları yürürken. Bir meydanda buluyorum sonunda oturacağım kafeyi. Meydanı, meydandan geçen insanları izlerken bir yandan da kendim ile sohbetim devam ediyor. Sonra yürümeye başlıyorum. Nehrin kenarında geniş yürüme yollarında devam ediyorum. Zaman zaman bir sokaktan içeri giriyor ve biraz öyle yürüyorum. Karmaşık olmayan bir kent planlaması, kentin ana merkezinde buluşan geniş bulvarlar, bir an aklıma Barselona geliyor, şehrin içine kadar uzanan dağlar ve ormanlık alanlar keyif verici.

İkinci bir kafedeki molamdan sonra yürümeye devam ediyorum, insanı yormayacak bir kent diyorum, karmaşık değil, kenar mahalleler bana daha bir sıcak geliyor, küçük küçük pazarlara denk geliyorum, dünya halklarının buluştukları yerlerden birisi de pazarlar. O büyük alışveriş merkezleri gibi değil, insanlar daha bir sıcak ve ilgili, dünyanın her yerinden gelen halklar. Ancak Avrupa’da şehirleri bu şekilde dolaşırken bazen bir anda kendimi çekik gözlü insanların daha çoklukta oldukları bir uzak doğu ülkesinde, siyahların koşturdukları bir küçük Afrika şehrinde bulabiliyorum. Bu kez de öyle oldu. Avrupa’da her büyük şehrin bir «başka»lardan oluşan mahallesi vardır.

Nehir boyunda devam ederken, tam nehrin karşısında ve bir duvarı boydan boya tutan bir yazı. İşte budur diyorum; »erdoğan terrorista, afrin fesista». Kürt festivali için geldiğin bir şehirde böyle bir duvar yazısı görmekten daha heyecanlı ne olabilir ki! Neresi olduğunu anlamak için köprüden karşı kıyıya geçiyorum ve karşımda bir kampüs, çimenlerde gruplar halinde sohbet eden öğrenciler, kafe kalabalık, bir şeyler almak için sıraya giriyorum, atıştırmalıklarım ile dışarda bir duvarın üzerinde bir süre oturup etrafımı izliyorum. Dünyanın bir yerinde doğru ve de yanlış yapılan bir şeyler varsa bu insanlık vicdanında karşılığını bulur diyorum.

Yürüyerek Cas A Acmos’a varıyorum, büyükçe bir yapı, kalabalık odalar, çalışma ofisleri, heyecanlı ve koşturan güzel insanlar, bir anda diller karmaşası ve ahengi içinde buluyorum kendimi, Kürtçe, İtalyanca, İngilizce, Türkçe, Fransızca ve zaman zaman bunlarında yetmediği beden dilleri. Ve başlıyor yeni insan hikayelerinde yol almak. Avrupa’nın birçok şehrinden gelen Kürtler, İtalyan gençler ile Torino’da Kürt Kültür Festivali kapsamında bir aradalar. Sanatçılar, yazarlar, aktivistler, akademisyenler, öğrenciler getirdikleri hikayelerine yeni insan hikayeleri ekliyorlar.

Bir oturumda kendi hikayesi eşliğinde Fatma Savcı’yı dinliyorum, onca sıkıntı ve zorluklar içinde Kürtçe ile kurulan bir yol hikayesi, öğretici ve de heyecan verici. Bülent Gündüz’ün “Kürdistan Kürdistan” belgeseli ile bir dilin, müziğin yolculuğunda buldum kendimi, müziğin en salt hali doğanın içinden gelendir, kendisine dair bir nefes, bir ses, bir yürek bulunca o ses muazzam bir müziğe, armoniye dönüşüyor. Mirza Metin’in tiyatro atölyesi ile çok keyifli bir yolculuk içinde bulduk kendimizi…

Dillerin, kültürlerin, müziklerin, yeni sokakların, yeni insan hikayelerinin buluştuğu bir dört gün oldu. Cas A Acmos kurucusu iki kadının hikayesi ile buluşmak bambaşka bir şeydi. Grazie Fabio, Marina, Simone, danke schön Paul, gelek spas dikim Bilal Ata, Kine Em, Şenay, Mirza, Fatma, teşekkürler Murat…

Başka kentler, başka sokaklar, başka başka dillerde ve müziklerde, isyan dolu yeni insan hikayelerinde buluşmak üzere…