Newroz’u böyle yaşamayabilirdik. Her şey farklı olabilirdi...
3 yıl öncesine gidelim: O gün, 19 Ekim 2009’da, orada ne oldu, sınırın öte yanında? Sekiz PKK’lı Kandil’den yola çıktı, Habur’dan memlekete gireceklerdi, barış sürecinin başladığını, devletin çözüm samimiyetini ve iradesini gösteren birer sembol olarak. Kandil’den Habur’a giden o yolda, otobüsün içinde neler olduğunu hep merak ediyordum. Birinci elden yanıtı aldım. O sekiz kişiden biri olan 54 yaşındaki Elif Uludağ, tutuklu bulunduğu Mardin Cezaevi’nden bir mektup göndermiş.
“Bir gazeteciye yani size mektup yazacağımı hiç düşünmemiştim Kandil’den doğduğum topraklara doğru hareket ederken...” diye başlıyor Uludağ’ın mektubu. Ve devamı:
“Ben bir gerillaydım ve aynı zamanda anneyim. O günleri hiç unutamıyorum, yani Habur girişini kastediyorum. İnsanın hayatında öylesi tarihi günleri unutması mümkün olmuyor. O günleri anlatmaya oğlumla vedalaşmamızdan başlayayım. Tam yola çıkacağımız gün saat sabahın altısıydı. Ben ve oğlum baş başa vermiş, son konuşmamızı yapıyorduk. Bir annenin evladından ayrılmasının, hele de onu savaş ortamının zorlu koşullarında bırakmanın ne kadar zor olduğunu takdir edersiniz. Ama oğlumun hüzünlendiğini görünce ona ‘Yakında görüşeceğiz, bizim gidişimizle bir barışın sağlanacağını düşünüyorum, siz de döneceksiniz, hep birlikte doğduğumuz topraklarda özgürlük halayları çekeceğiz’ dedim. Sonra büyük oğlum da geldi ama onunla çok az konuşabildim. Hâlâ da ona söylemek istediklerimi söyleyemediğim için içimi bir derin acı ve hüzün kaplıyor.” 

***

Uludağ, dağdaki iki oğluyla böyle yarım yamalak vedalaştı ve Kandil’den kalkan otobüse bindi. Diğer 7 PKK’lıyla birlikte. Gerisini o anlatsın:
“Bizler barış grubu olarak gelmiştik. Duygularımız çok farklıydı. Kandil’den ayrılırken bindiğimiz arabalarda hiç birbirimizle konuşmuyorduk. Her arkadaş dışarıyı seyrederek derin düşüncelere dalmıştı. Camdan dışarıya bakıyorduk ama aslında dışarıyı görmüyorduk. Habur kapısından içeri girdiğimizde neler olacak acaba, tutuklanacak mıyız yoksa bırakılacak mıyız? Bırakılma düşüncesi ağır basıyordu. Bazen dalıyordum, bırakılırsam o kalabalık karşısında konuşabilir miyim? Sevdiklerimizle karşılaşabilir miyiz? Acaba bizi kimler karşılayacak? Hükümetten kim bizi karşılayacak gibi duygular içerisindeydim. Nihayet Habur kapısından giriş yaptık. Çok iyi karşılandık. Askeri bir komutan otobüsümüzün içine girerek ‘Arkadaşlar hoş geldiniz! Kusura bakmayın, sizi saymak durumundayız’ dedi. Saydıktan sonra da devam ettik. Önde bir güvenlik arabası, arkada biz... Aramanın yapılacağı yere götürüldük. Kadınlar, erkekler ayrı yerlerde arandık, sonra bir kısmımız otobüse, bir kısmımız minibüse bindirildik. Saat 3 gibi sorgulama salonuna alındık, sağlık kontrolünden geçirildik. Mahmur grubundaki arkadaşlar Türkçe bilmediği için kimlik tespiti sırasında biz memurlara yardım ettik. O gece ben bir memur kadar, hatta daha fazla yoruldum. Bunun üzerine memurlara ‘Bakın demek ki gerillalar da gelip size yardım edebilirmiş. Hiç aklınıza gelir miydi bir gerillanın gelip sizin için tercümanlık yapacağı?’ diye espriyle takılmıştım. Memurlar da gülerek ‘Vallahi doğru’ demişti.” 

***

Gruptaki son kişinin ifadesi alındıktan sonra yeniden otobüslere bindirildiler ve 3 gündür onları bekleyen kalabalığın karşısına çıktılar. Uludağ duygularını şöyle anlatıyor:
“Rüyalarında bile göremedikleri bir manzarayla karşı karşıya kalmışlardı. Bizlere gül atanlar, boynundaki fuları, elindeki kefiyeyi savuranlar... Onlar ağlıyor, biz ağlıyoruz. Halkımız artık barışın geldiğine inanıyor! Herkes bu manzaranın barışın habercisi olduğunu haykırıyor! Bizlere bakınca kendi çocuklarını görüyorlardı. Kesinlikle kendi çocuklarına bakıyorlardı, bunu onların gözlerinde görüyorduk. Onlara çocuklarını getiremediğimiz için bağışlanmayı diler gibi bakıyor, acı duyuyorduk. Sonuç itibariyle barışı sağlayamadık ve çocukların dönüşünü gerçekleştiremedik. İşte olmadı. Çünkü barış için geldiğimizi anlamayıp bizim elbiselerimizle, ayakkabılarımızla ilgilendiler. O dağlarda gerilla elbisesinin dışında bir elbisemiz olmadığını hükümet bizden daha iyi biliyor. Ayrıca elbisemizin bu derece sorun olacağını düşünmüyorduk. Bizler meselenin özüyle ilgiliydik, kaldı ki orada elbise dolu gardırobumuz da yoktu.” 

***



O gün Elif Uludağ’ın da içinde olduğu, Kandil’den gelen 8 kişilik grubun tamamı kısa süre sonra tutuklandı. Tabii ki terör örgütü üyesi olmak ve terör örgütü propagandası yapmak suçlamasıyla.
Şimdi size sormak isterim; Uludağ’ın anlattıklarından ne anladınız?
Hem Kandil’den gelenlerin hem de onları “Hoş geldiniz” diye karşılayan askerlerin, espriler yapan memurların niyeti ve yaklaşımı sahici ve yapıcı değil mi? Hem de nasıl...
Demek ki hem İmralı hem de hükümet tarafında Habur’un arkasında iradeyle durulmak istenmişti.
Peki n’oldu, gerçekten n’oldu da bir ülkenin barış umudu U dönüşü yaptı?
Mesele gerçekten de gardırop muydu?
Bugünkü Newroz krizini anlamak için o Habur gününü yeniden düşünmek ve anlamak gerekiyor.
Büyük devletler “Hoş geldiniz” der, öyle dedikten sonra da selamı geri almaz. Gücünü, bayramları ve sevinçleri hizaya sokmak için kullanmaz. Büyük liderler de zor sözler verir, sözlerini tutar. Böylelikle tarihe geçer. Gerisi kayıp zaman ve kaçmış fırsatlar destanı...