Raftan kaldırdım kendimi, ne kadar küçük ve kırılgandı. Kordan kanatlarım vardı, göğü delen. Baskılandıkça kamçılarcasına iğneleyen. Su gibi akışkan, toprak kadar güvenli. Güneş alır gözümü, yanaklarımdan kanlar sızardı. Sızar ve azar azar dolar, büyük boşluluğuma kavuşur. Keşkesizdir zifiri izbeler ve bu fasla meşk karışır. Bir kovulma anıydı anladım, niye hiç teslim olmadığını, sadakat ve liyakat ile...



Hiç yıkılmayan kumdan kaleler kenarında, berraklaştı ırmak. İtiraz etmediğimiz karartılı bir rüzgâr gelip tomar tomar kâğıtlar uçuşmadan, konuşsaydın benimle, söğüt ağacının dibinde serçelerin şarkılarından söyleseydin. Gerçi, sözler hep doğruydu da, o beyaz beden koca bir yalandan ibaret. Felek oyalanmak için var edildi. Ne tenden geçebildin, ne candan. Gök kubbe koca bir şamdan, ağır ağır üzerimize çöken.



Beyazdı bazen, begonvil dallarıydı saran ruhumu, yağışlar ve güneşler arasında. Biraz tarçın ve karanfil serptim, saf gam ve hüzünden tarlalarına. Ben değildim ki çiftçi, hiç bilmezdim. Tekken katıldım, birken, aşkın talanlarına. Kırılır ve dökülür gönlün putları. Kaybetmek ne kötüydü, ama daha fenası, kazandığını bilememek. Ve koca dünya dilimde bir tekerlemeye dönüşür; “Bitse de gitsek”...