Türkiye’de sefaleti ile ünlü mahalleler vardır. İşte o mahallelerden biridir İzmir, Basmahane, Hurşidiye Mahallesi. Bu mahalle yoksul değil sefildir. Yoksullukla, sefalet arasında keskin bir fark var.

Bu mahallenin uzun caddeleri, çıkmaz sokakları, taa Kadifekale’ye varan merdivenleri bir yana öncelikle 1930 yılından beri açık olan Tarihi Basmane Lokmacısı vardır. Öncesi odur, sonrası çok şeydir.

Bu mahallenin esas sahipleri Kürtlerdir. Yoksulları da, mülk sahipleri de, dükkanlara kiracı olanlar da Kürtlerdir. Mahallenin ruhunu onlar verir. Lakin burada herkes vardır.

Ötekiler, diptekiler, mustazaflar, yolda kalmışlar, zenciler, Suriyeliler, Çingeneler, seks işçileri, travestiler, işsizler, hakiki İzmirliler, civar ilçelerden, illerden gelen hasta yakınları ve işçiler…

Güvencesiz, sigortasız, sendikasız haftalıkçı işçiler… Civar iş hanlarında bulunan atölyelerde çalışan, ayakkabı, sayacı, gömlekçi, pantoloncu ve bir cümle sektör işçisi…

O atölyelerin çoğuna girmişliğim vardır. Çoğunun kapısına gün doğmadan bildiri atmışlığım vardır. Zira Allah şahitti, hiçbir bildiri ne yaşasınlar ile başlıyordu, ne de kahrolsunlar diye bitiyordu. Hatta geleneksel soldan gelen bazı abla ve ağabeyler bu bildirileri evirir çevirir ve mana vermeye çalışırdı. Kimdi bu adamlar, nece konuşuyorlar diye…

O bildiriler de tek bir şey diyordu; birlik olmak zorundayız, aramızda bir merhaba bağı olmalı. Aramızda bir bağ olursa güçlü, yalnız olursak daha çok sefil oluruz, zira sefaletin dibi yoktu.

Kahvelerde birbirine güçlü ve yüksek sesle “Merhaba” diyen işçileri görünce uykusuz geçen gecelerin ahı giderdi.

Konumuz bu değil şimdi.

İzmir’de Kürtler sanıldığının iki katı daha güçlüdür. Lakin dağınıktır. Şehrin ruhunu keşfeden herkes bunun farkına varır.

İzmir’de öyle bir Kürt Halkı var ki, söz misal HDP bu oranda ve paralelde kadro üretebilse, İzmir’de Kürt oyunu, vekil sayısını, meclis üyesi sayısını ikiye katlardı…

Lakin halk oranında kadrosu yok. Kadrolaşan kişiler, dünya siyaset literatüründe izahı olmayan bir şekle giriyorlardı. Köküne yabancılaşıyordu. Giysiler, mekanlar, aksesuarlar, dil, söylem, her şey değişiyordu.

Neyse konumuz bu da değil.

İzmir Basmane Hurşidiye mahallesi sefil bir mahalledir, yoksul değil. Burada oteller vardır, lakin o lanet otel odalarından daha ucuza kalınabilecek odalardan oluşan hanlar da vardır.

O hanların tasvirini yapmak bile şimdi bana ürkütücü geliyor. Hele ki koku… O hanlardaki kokuyu anlatabilecek bir yeteneğim yok. Ne yazma becerim, ne de Türkçe bilgim buna müsait. Aslında ben Türkçeyi de bilmiyorum, Arapçayı da… İnsan anadili ile eğitim görmedi mi, hep böyle eksik bir şey olur…

Yazıyı dağıtmadan konumuza dönelim… İşte o odaların birinde yaşlı ve ölümü bekleyen bir adamla tanıştım. Adam Tirabzonlu, bana taaa o zamanlar demişti, adımı bir yerde yazarsan ahım kalsın sende. Adamımızın adını vallahi de unuttum. Zira ahı büyük, asla almak istemem.

Tirabzon’li ve de Ofli yaşlı adam eski bir kabadayı, ülkücü ve silah satıcısıdır. Çok vukuatı olmuş. Yatmışlığı çıkmışlığı çoktur. Can yakmıştır. Vebal almıştır. Hepsinin farkındadır. Memleketine de gidememektedir. Bir öksürüğü tutar ki geceleri saatlerce sürer. Su vereni bile yoktur o handa. Yine öyle bir öksürük krizine girmişti ki, hayretler içinde dinlemiştim sessizliği, bir Allahın kulu ses veren, su veren çıkmadı. Kapısına gittim, tıklattım, sandım ki adam ölüyor, bir omuz verdim kapıya kırıldı… Gerçekten ölüyor adam. Sırtımda taşıdım ta caddeye dek. Ambulans geldi, gittik hastaneye… Bir gün, iki gün başında kaldım. Daha uzun süre hastanede yatacak, üçüncü gün gecesinde, bos bıyıklı yüz metreden ben Kürdüm diyen bir adam geldi. Hoş beş sohbetten sonra, dedi ki; yarından sonra bir gün ben, bir gün sen kalırız adamın başında.

Öylece Mardin Derikli kahveci Hıdır ile tanıştım. Hıdır Ankara’da okumuş. Aramızda kadim bir bağ vardı. Ankara… Sabaha dek Ankara konuştuk.

Ne severmişiz Ankara’yı… Ne sevilesi bir kent Ankara.

Hıdır, Mardin Deriklidir. Derik dedin mi aklına rüzgar gelsin ey okur. O rüzgar, ne rüzgar… “Baye Kuri” mi öyle bir şey derler Derikliler. Garptan, şarka bir esti mi bizim Arapların değimiyle Ya la tif…

Hıdır, Hacettepe Üniversitesi, Felsefe Bölümü öğrencisiyken, dağa çıkmaya karar verir. Van civarında köylerin birinde yakalanır. Dağa çıkacakken tutuklanır. Uzun yıllar cezaevinde kalır. “Uzun süre cezaevinde kalır cümlesi” ne kolay yazılıyor. Oysa öylemi ya, her günü ne zor geçer. Ne kolaymış gibi yazıyoruz burada. Mahpus yatanların cümlesinden af ola…

Sonra hayat kavgası, şehirler, meslekler, hatta bir süre dershane öğretmenliği ve nihayetinde dünyanın en sağlam örgütlerinden biri olan Aile’nin imkan ve olanakları ile kahveci olur. İyi de olur. İnsan evladıdır Hıdır, merhametlidir. Vicdan sahibidir. Nerede yaşıyorsa orayı güzel yapar. Bizim Tirabzonlu ile uzun zaman ahbaptır. Tirabzonlu, Hıdır’ın kahvesine iltica etmiştir. Hıdır ki İsveç gibi adamdır. Mazluma dini milliyeti sorulmaz hesabı, baş tacı etmiştir Tirabzonluyu.

Zaman geçer İzmir’de. Ankara bir sızı gibi büyür kalpte. Dayanılmaz olur hasret. Merhabalar çoğalır, merhabanın sahipleri oluşur işçilerin arasında. Yol görülür bana.

Hıdır’a söyledim, bizi eve götür abi, beni Ankara’ya, Tirabzonluyu Of’a…

Öyle de olur. Önce Ankara’da kaldık üç gün… Haccetepe’ye İonna Kuçuradi Hocaya bile gittik. Sonra yolcu yolunda gerek hesabı gittiler Tirabzona… Eve.