Güzel, ekru bir gelin. Mutsuz gibi görünüyor. Mutsuz belki biraz ağır kaçtı, hafif endişeli ya da bıkkın desem daha doğru olur. Saçlarımı dalgalandırmak için girdiğim kuaförde benim gibi gelip geçicilerin anlık bakışlarına toslayarak o karmaşık duyguların arasında sıkışmış bıkkınca bekliyor gelin. Bir-iki saat sonra başlayacak tantanada yüzüne iliştireceği gülümsemeyi dinlendirir, ona ince ayar yapar gibi bir halinin olduğu da söylenebilir.

Bulunduğumuz mekanda vınlamayla gezinen klimanın serinliği fönlerin yeknesak sıcağına karışıyor. Ilık ılık esen, yayılan tuhaf bir serinlik bu. Zaman zaman iklim tanımaz kıyılarda hafif bir meltem gibi başlayıp tayfuna dönen, zaman zamansa o tayfunlardan ‘mutedil’ rüzgârlara kendini bırakan yıllanmış evliliklerin sakar bir provası gibi sanki.

Gelin bu iniş çıkışlı rüzgârdan pek memnun değil. O besbelli dengeli bir yaşam özleyenlerden ancak henüz bu dengeyi nasıl sağlaması gerektiğini bilemiyor. Taşıdığı giysinin dantelli gübürlerini bu esintinin iniş çıkışına göre kollamaktan yorgun düşmüş şimdiden. Gelin başı denilen özel makyajdan nasiplenmiş , topuzunun arasından akan tülün gölgelediği yüzünde saatlerdir bekliyor olmanın izlerini taşıyor. Şimdiyse daha yoğun bir biçimde bekliyor. İçinin kaygısı yüzünün narin çizgilerine vurmuş, fondöten ve ten rengi pudranın hakimiyetini delip çıkıvermişler ortalığa.

Nerede kaldı?

Belki de bu yüzden yayvan odanın içini tavaf eden hava beni her defasında gelinin tedirgin bakışlarına ve bu bakışlardaki sorunun saklandığı yere taşıyor. O bakışların kilitlendiği yer olan manasız bir duvar saatine. İki oktan kısa olanının tık tık tık diye saniyeleri atıp tuttuğu, ötekisininse değil saniyeleri, hayatı bile pek umursamadığı bir duvar saatine. Saatin arka planındaki sigorta şirketinin adına ve bu adın işaret ettiklerine. Zamanın kıymetini vurguluyor besbelli bu ad ama şu anda kimin umurunda!

Gelinin yakınları, kayınvalidesi, görümcesi, arkadaşları... Saçlarını paketleyen bigudileri, pedikürlü ayakları arasına sıkışmış pamuklarıyla yalpalayarak yürüyenleri, manikürlü elleriyle içerdeki ağır havaya el sallayanları... Hepsinde bir volta ruhu hakim. Bir aşağı bir yukarı volta atıp duruyorlar odada. Ve hep aynı yerde buluşuyorlar. Sigorta şirketinin saatinde.

‘Cep telefonu da cevap vermiyor!’ diyor kayınvalide.

‘Trafikte kalmışlar’ diyor onun yaşlarında, saçlarını maşalatan bir diğeri.

‘Of ya’ diyor gençten biri. Bir yandan da saçlarındaki kabarıklığa dikkat çekiyor. ‘Biraz şunları yandan alsana’ diyor. ‘Şöyle arkaya arkaya tarasana, yüzüme düşer gibiyken arkaya atsana onları.’

Kuaför bunun yerçekimi kurallarına aykırı bir şey olduğunu bilse de bu gerçeği sözcüklere dökme konusunda ketum davranıyor. ‘Tamam, ‘ diyor, ‘Siz hiç merak etmeyin.’

Saat bir saniye daha tıklıyor.

Güzel gelin tasalı gelin olmuş, ‘Yok, biz yetişemeyeceğiz fotoğrafçıya’ diyor içli içli.

Hava ağır ağır dönüyor. Saat yavaş yavaş tıklıyor.

Yok. Gelmeyecek.

Manikür, pedikür, kaş, şu bu. Yok, gelmeyecek. Maşa, fön, boya, şu bu.

Yok.

Yok yok derken içeriye tuhaf bir lacivert doluyor. O dolan renkle birlikte bir de bakıyoruz ki o gelen ‘bizim’ yakışıklı, ter içindeki damatmış!

‘Barış ya!’

Bu bizim bezgin gelinin sesi! Sesi bezginlikten coşkuya, coşkudan neşeye kayan bizim gelinin sesi.

‘Barış oğlum, e oğlum nerede kaldınız! Daha fotoğraflar çekilecek. Nikaha ne kaldı ki!’

Bu da kayınvalide.

‘Valla trafik vardı anne.’

‘İlahi Barış!’

Ben de dahil herkeste bir rahatlama, bir heves, bir mutluluk ki görmeyin... Bir derin oh be.

Bütün barışlar geç olsa da bir düğün telaşındaki gibi keşke böyle, keşke hep böyle gelse ‘bizim mahalleye’!