Kasabanın pazarında fötr şapkalı bir amca dolanırdı, elinde camdan bir kafeste tuttuğu kokularla. Elindeki cam sandıktan Torosların yeşil ışkılarından, keskin uçurumlarından taşıyıp getirdiği envaı çeşit rayihalarla seslenirdi sesinden önce kokusuyla sarmaladığı kalabalığa:

Elma yağları kekik yağları

Geldi gidiyoru! (gidiyor)

Eski zaman fotoğrafhanesinden fırlamış haliyle sarı sıcağın kıpkızıl ettiği yüzünden akan terleri boynuna astığı mendille silerdi. Döktüğü tüm terler, elindeki cam şişelerden uçmuş miski amberdi sanki. Her zerresi evrenin ruhundan dökülüp doldurmuştu küçük şişecikleri, altın tanecikleri kadar değerli parıltılarla.

Sanki kasabanın boğulduğu kuyulardaki ipin ucunda serinlediği zamanlardı ve adamın çemberinde bir ağaç gölgesi gibi dağılıyordu ağzındaki boğuk harfler. Harfler dizi dizi asılıyordu ipekten askılara giysilerin yanı başına bir kırlangıç misali tedirgin ve uzak. Aniden yoksul bir ağıda dönüşüyordu bütün sözcüklerin döküldüğü, değdiği her yer.

Sesinin koyu yeşil tınısında kar dondurmasıyla ferahlayan sözcüklerle çıkıyordu her köşe başından karşımıza. Her köşe başında aynı gülümsemeyle karşılık veriyorduk baharın geçmişte kalan çağrısına. Kaçıncı kez geçtiğini anımsayamadığı aynı tezgâhların önünden kaçıncı kez selamlaştığını unuttuğu yüzleri yapıştırıp yüzüne yürüyordu.

Pazar yerinde takılmalar atışmalarla başlayan sohbetlerle şırıngadan püskürtülen bahar yeli Karacaoğlan’ın gülüşüne yansıyan umutla alışverişe dönüşürdü hemencecik. Sanki bütün kalabalıklar mırıldanırdı Karacaoğlan’ının avazından kam alıp bahar yelinin sımsıcak ezgisini:

“Yağmur yağar yeşil otlar bitirir / Yel estikçe rayihasın getirir“

Böyle anımsadığım bir zamandan 16 Nisan gecesine geçmek isterken nefesler tutuluyor. Televizyon kanalları Anadolu Ajansı’nın servis ettiği yüksek orandaki evet oylarıyla yorumculara pas atıyor. Her türlü imkânsızlığın ve teslim alma ritüellerinin içinde eşitsiz koşullarda gerçekleştirilen referandum ”Ali Cengiz” oyunlarıyla varılmak istenen istikamete doğru yol alıyor.

Aristo’nun Büyük İskender’e söylediği rivayet edilen, “Galip sayılır bu yolda mağlup” sözünün tarihsel derinliğinde yüreğimizi soğutmaya çalışsak da içimizdeki yangının ateşli mayıs çiçeklerine evrilen rotası rahat bırakmıyor bizi.

Dadaloğlu gibi çağıldayıp ferman sahiplerine ıssız dorukları imliyoruz, belki içimizdeki boşluğu çamların uğultusu dağların gümbürtüsü doldurur diye. Börklüce Mustafa edasıyla yetiş diyoruz, Pir Sultan’ı Hızır Paşa derdest etmeden yetiş ve çek al bizi korkuların burgacından. Ey yalnızlığı demleyen ve demlenen dervişler.

Tarih, yenilgiler sayfasında kanımızla yazıyor dağların şerhini. Bahar dallarından koparılmış çığlıkları yan yana düşürüp yanılgılarımızı üflüyor camdan bedenlere su.

Sokak boşalıyor yağmur kuşları firari, kumrular sesleniyor yabanıl yalnızlığımıza, çağ değişiyor. Bir bulut çöküyor üstümüze top top uzak yaylalardan gölün üstüne doğru kavisler çizerek.

Aydınlanıyor hava, mahşer bir kalabalığa sesleniyor yeniden ihtiyar Miskçi. Soluğunda lavantaların, güllerin terinden işlenmiş hayatla kucaklaşıyoruz yeniden. Yüreğimizde pır ediyor ay aydınlık çocuk sesleri. Bir çulluk havalanıyor karşıki yamaçlardan Akdeniz’e, ağırlığından sıyrılmış.

Yeniden, yenilmeden başlıyoruz kuşlara aşkı anlatmaya.