44 gündür sizlerden, yazma eyleminden yoksun kaldım. Bunun bana hiç yakışmadığını anladım. Susmak, düşüncelerini insanlarla paylaşamamak, bir aydın için çekilir gibi değil.

Bu 44 günde çektiğim, belki 60 yıl içinde çektiklerimden daha az gelmedi bana. Ben çekmedim bunları, çektirdiler. Gün gelecek bunları tek tek sizlerle paylaşacağım.

Çektiğin acıyı anlatamamak, acı çekmekten daha kötü.

44 gün sonra bir bahçede oturup el, ayak tırnaklarımı kesebildim.

Seni bir sinek gibi ezip yok etmek isteyenlerin gözlerinin önünde bir o yana bir buna uçmak, çıkardığın seslerle kulaklarını tırmalayıp uykularını kaçırmak en iyisi olsa gerek. Bunu yapmaya çalışacağım.

“Yiğit düştüğü yerden kalkar” diye bir özdeyiş var. Bu tümceyi başka biçime çevirebiliriz. “Düştüğü yerden kalkan yiğittir”denilebilir. Düştüğü yerde kalan yenilgiyi sineye çekmiştir. Yiğitlikle, kabadayılıkla, güç gösterileriyle hiç işim olmadı. Buradaki “yiğitlik” düşmeyi önemsememek, kendisini toparlamak anlamlarına gelen bir kavram.

Acılara dayanmak, akıldışılıkların arkasındaki çirkinlikleri sezebilmek, insanın insanlaşması gücünün belirleyicisi.

Haksızlık yapanlar, güç kullanarak insanlar üzerinde baskı kuranlar, tarihin hiçbir döneminde haklı, onurlu, saygın insanlar olamamışlar. Haksızlığa uğrayanlar, her zaman haksızlık yapanlardan daha onurlu, daha saygın olmuşlar. İnsanlığa olumlu, saygın izler bırakanlar ikincileri. Birincileri altlarındaki koltuk gidince çoban köpeğinden farksız biçimde yok olup gitmişler.

Bir süre daha eski sıklıkla yazamayacağımı biliyorum. Ancak yazma eyleminden kopmamaya, insana saygı duymayan, değer vermeyen kişilere, kuruluşlara, sisteme karşı kavgayı, doğrulardan yana olan duruşumuzu sürdürmeye kararlıyız.

Aşağılığın karşısında dimdik ayakta durmak en güzeli. Aşağılığın uygulayıcılarına verilebilecek en güzel yanıt bu. Eğilmeden bükülmeden dimdik yaşamanın geleceği nokta, yine eğilip, bükülmeden aşağılıklara, alçaklıklara karşı bu duruşu sürdürmek. Bunu başarabilmek.

Doğruların yanında, yanlışların karşısında durmanın, bizim gibi demokrasi dışı yöntemlerle yönetilen ülkelerde yaşayan aydınların, düşünürlerin, düşüncelerini açıklayanların ağır bedeller ödedikleri geçmişin tanıklık yaptığı, bugün gözlerimizle tanık olduğumuz acı gerçeğimiz. Şöyle geçmişe doğru bir ufuk turu yapmaya çalışırsak, bunu net olarak görmekteyiz. Aydın olan, yazar, ozan, ressam olup düşüncelerini yazıyla, şiirle, çizgiyle anlatmaya çalışarak sistemin diktiği direkleri sarsmaya çalışmış olanlardan, ağır bedeller ödemeyen kimse yok. Yönetenlere karşı düşünceler üretebilenlerin, acımasızca ezilmeye, süründürülmeye çalışıldı bir yeryüzü parçasında yaşamaktayız.

Çağının, içinde yaşadığı toplumun durumu ve sorunları hakkında zengin bir bilgi birikimine sahip ve bu birikim temelinde çözümlemeler yapan, sorgulama, değerlendirme yapan, düşünce üreten, daha iyi bir toplum ve giderek daha iyi bir insanlık için gerektiğinde politik eylemde bulunan insanların, tüm Dünya’da belli oranlarda oluğu gibi, bu toplumda da işleri oldukça güç. Bilimin, bilgini, insan hak ve özgürlüklerinin gelişmediği yerlerde, “Yemeye”, “Üremeye” odaklanan genel çoğunluğun yanında aydınlar, yazarlar, çizerler birer “el”, “öteki” konumuna düşmekteler. Yesin, içsin, cinsellik yaşasın, evi, arabası olsun düşleri içinde yaşayanlarla, içinde yaşadığı toplumda ya da tüm insanlık için daha insanca yaşanılır koşulların oluşması için kavga verenlerin dünyaları birbirleriyle çelişmekte. Bu tür toplumların yöneticileriyle aydınların barışık olmalarının olanağı yok.

İnsana özgü değerler taşıyan aydınların, yazarların, ozanların bu sevimsiz gerçeklik karşısında da yılmamaları gerekmekte.

Acılar insanı bilemekte. Tutuklayarak, işkencelerden geçirerek, türlü zararlar vererek korkutacaklarını, yıldıracaklarını sananlar, büyük bir yanılgı içinde olmuşlar, olmaktalar.

İnsanlık dışı uygulamalar karşısında yılmadan, bıkmadan, usanmadan yaşama bilincini yitirmemek gerekmekte.

Aydın olmanın bedeli çok ağır ama, insanlığa ışık tutmanın, ölümsüz ürünler, düşünceler ortaya koymanın başka yolu da yok.