1996 yılında, Auschwitz'e eğitim amaçlı geziye katılan eşim, döndüğünde günlerce kendine gelemedi. Sürekli imha kampını istila etmiş gelincik çiçeklerinden söz etti. “Biz”, dedi sonra, 1985 yılında, birlikte maruz kaldığımız bir aylık işkenceyi  kastederek, “başımıza gelenleri çok önemsemişiz!” 



“Başımıza gelenlerin” şahidi olmasam, aramızda geçen bu konuşma beni bu denli sarsmazdı. Kişisel acıların kıyaslanamayacağını bilmeme rağmen, bir ay boyu kocası ve çocuğuyla beraber işkenceye çekilmiş, oğlu bayılmış, kendisi ağır kanama geçirerek hastaneye kaldırılmış bir kadın, acılarına ve ömür boyu hatırlamak zorunda kalacağı anılarına rağmen, kendi yaşadıklarını, orada, hisettiklerinin yanında küçümsüyorsa, Auschwitz denilen o yerin benim için de bir anlamı olmalıydı.



Artık bir anımsama ülkesine dönüşen Almanya’nın geçmişine, halen de bitmeyen yolculuğum, başladı. Hepsi de anıt evlere, anıt kabirlere ve anıtyerlere dönüşen temerküz ve imha kamplarını ziyaret ettim. Örneğin, 1943 yılının Şubatında Türk tarafının arzusu üzerine İstanbul Emniyet Müdürü Nihat Haluk Pepeye’nin ve Salâhattin Korkud’un inceleme gezisine katıldıkları Berlin yakınlarındaki Temerküzkampı Sachsenhausen’a gittim[1].  26.Oktober 1943 tarihinde, aralarında üç çocuğun da olduğu 12 Türk Musevi kadının sevkedikleri kadınlar temerküz kampı Ravensbrück’ü ziyaret ettim.[2]. Postdam’daki “Wannsee Konferansı Anıtevine” gittim.



Nazilerin “Nihai Çözüm” planı, 20 Ocak 1942 günü bu villada düzenlenen konferansta konuşuldu. Tarihe ”Wannsee Protokolü” olarak geçen konferans tutağında, Avrupa’nın değişik ülkelerinde yaşayan 11 milyon Yahudinin imhası için her türlü gayretin sarf edileceği resmileştirildi. Kudüs’de 1962 yılında yargılanarak asılan Adolf Eichmann tarafından tutulan tutanak 1947’de Dışişleri Bakanlığı’nın dosyaları arasında bulundu. Tutanağın altıncı sayfası Yahudilerin Avrupa’da yaşadıkları ülkelere göre nüfus dağılımının yer aldığı listeye ayrılmıştı. Arnavutlukta yaşayan 200 Yahudi unutulmamış, Türkiye’nin Avrupa yakasındaki 55.500 Yahudi de plan kapsamına alınmıştı[3].



Yahudi Soykırımı hakkında bilgim arttıkça kafam karışmaya başladı. Mesela imha edilmesi öngörülen Türkiyeli Yahudilerin, mesela Tekirdağ’daki bir zanaatkârın ve onun daha yeni doğmuş olan, Almanya’dan, savaştan da habersiz çocuğunun Almanya’nın çıkarlarını nasıl tehlikeye düşürebileceğini hayal gücümü en uç noktalara kadar zorladığım halde bulamadım. Almanların rasyonel bir millet olduğu ağızlara sakız olmuştu ama Avrupa Yahudilerinin imhasının rasyonelliği nerdeydi? Her şeyden önce, bir grup insan, farklı algıladığı insanları yeryüzünden silme fikrini nasıl oluşturuyordu? Konferansa katılanların fotoğraflarını tek tek inceleyerek, soruma boşuna cevap aradım. Yüzleri normal insan yüzüydü. Dehşete kapıldım. Daha önümde uzun bir yol vardı. Daha Jorge Semprun’un Büyük Yolculuk’ta[4] anlattığı hayvan vagonlarında geceler gündüzler süren, açlıktan, susuzluktan, nefessizlikten ayakta ölünen yolculukları geride bırakmam, Chelmno’da ya da Belzec’de motor gazıyla, Sobibor ya da Treblinka’da karbon monoksitle, Majdanek ya da Auschwitz’de Zyklon–B ile boğularak ölmem, krematoryumlarda küle ve dumana dönüşmem gerekiyordu.



Köln’deki eski Gestapo Merkezini bulduktan çok sonra, Grigorie Baisonasch adlı bir Ermeni’nin 19 Aralık 1944 yılında Gestapo tarafından öldürüldüğünü öğrendim. Geçmişe yolculuğumun duraklarından birisi en büyük temerküz kamlarından biri olan, Polonya’nın Lublin şehrinin ykınlarındaki Maydanek oldu. Oraya kadar gitmişken, sadece ve sadece imha amaçlı kurulmuş, Włodawa şehri yakınlarındaki Sobibor’u da ziyaret ettim. Bir tren yolu ormanın içinde bir yerde sona eriyordu. Orada kamp olduğunun tek işaretiydi bu. Kurbanların anısına dikilmiş bir abide, kurbanların külleriyle yükselen tepecik olmasa, orada 250 bin kişinin öldürüldüğü Sobibor’un olduğunu tasavvur etmek mümkün değildi. Almanya’da, Münih Eyalet Mahkemesi’nde yargılanan John Demjanjuk (89) imha kampının acımasız gardiyanlarından biriydi. O yıllarda Sobibor hakkında bildiğim tek şey, “Sobibor’dan Kaçış”[5] başlıklı kötü bir filmdi. Gerçekten de temerküz ve imha kamplarındaki en büyük direniş ve kaçış burada gerçekleşmiş, aralarında Thomas Blatt (82)’ın da olduğu toplam 365 tutuklu kaçabilmiş, savaş bitiminde bunlardan sadece 47’si hayatta kalabilmişti.[6] Diğer görkemli direniş, daha sonraları yolumun uzandığı Varschova Gettosu Direnişiydi. Almanya’da “Edebiyatın Papası” olarak ün salmış, Gettodan sağ çıkmış olan eleştirmen Marcel Reich Ranicki, Getto Direnişçilerinin, kendilerine Musa Dağ’da[7] kırk gün direnen Ermeni Direnişçilerini örnek aldığını yazar.[8] 



Sonra yeni yüzyıla evrilirken dünya, Auschwitz’e gittim. "Arbeit macht frei / Çalışmak özgürleştirir" yazılı kapıdan geçtim. Bu dünyaya ait olmaması gereken bir mekana adım atmıştım.



Aradan yıllar geçti. Halen kurbanlardan geride kalan binlerce çantayı, yüz binlerce ayakkabıyı, milyonlarca saç telini unutmadım. Mavi renkli kristallerden oluştuğu için “mavi asit” de denilen, havayla temas ettiğinde, sıcaklık 26 dereceyi aşmışsa zehirli bir gaza dönüşen, bir miligramı bir kilogram insan öldüren Zyklon-B gazı hakkında verilen bilgileri unutmadım. Auschwitz'e 1942 yılında 7.5 ton, 1943 yılında 12 ton mavi asit sevk edildiğini duyduğumda, 12 bin ton insanın kaç insan ettiğini hesaplamaya kalktığımı unutmadım. İçime bağışlanmaz bir utanç çöktü. Ağlamak isteyip ağlayamadığımı, kaçmak isteyip kaçamadığımı, durmak isteyip duramadığımı unutmadım. 11 Numaralı ölüm bloğunu ziyaret ettim, unutmadım. Gaz odalarında boğulduğumu, karanlık hücrelerde kör, krematoryumlarda kül olduğumu unutmadım. Saçların sergilenmesinin içime oturduğunu saçların ayakkabılardan, bavullardan, gözlüklerden, altın dişlerden farklı ve sergilenmesinin günah olduğunu mırıldandığımı unutmadım. Tanrısızdım, ama saçların gömülmesinin sevap olacağını düşündüğümü unutmadım.



“Auschwitz -I” denilen yerden üç kilometre uzaklıktaki, Auschwitz-Birkenau'ya vardığımda, kumandan Rudolf Höss'ün bürosunun da olduğu, ortasından Yahudilerin, Çingenelerin, Polonyalıların ve Rus savaş esirlerinin trenlerle geçtiği karargâhının dar merdivenlerinden yukarı çıktığımı, odaların küçüklüğünü, en üst kattan sonlu olmasına rağmen sonsuz görünen imha kampını görebildiğimi unutmadım. Barakaların çoğu çürümüştü. Geriye hortlaklar gibi kıpırdayan tuğladan bacalar kalmıştı, unutmadım. Tuğladan bacaların ufukların ötesine kadar uzanıyordu, unutmadım. Ölüm kapısının altından geçtim. Tren yolunun ikiye ayrıldığı noktada donup kaldım. Şu yandan inenlerin gaz odasına, bu yandan inenlerin daha sonra gaz odalarına gönderildiklerini unutmadım. Roman ve Sinti barakalarını, Rudolf Höss'ün çocuklarının da yaşadığı binaları, kadın barakalarının olduğu yerdeki yaşlı kavak ağacını unutmadım. Hiç bir şey anlatamayan anıt heykele doğru yürüdüğümü, yürüdükçe, altından ölüme geçilen ölüm kapısının büyüdüğünü unutmadım. Kendimi, geçmişimi, düşüncelerimi çok yabancıladığımı unutmadım. Öfkemi, kinimin hedefsizliğini unutmadım. Kavramların anlamını yitirdiğini, Nazi, Yahudi, Çingene, Polonyalı, kavramlarının aniden hiçbir şey anlatmadığını unutmadım. Nefret ve acıma duygularımın tükendiğini, unutmadım. Ayaklarımın yerden kesildiğini ve çok uzaklara, karanlıklara savrulduğumu ve geride bıraktığım "ben"in yönsüz ve çaresiz zavallı bir mahluka dönüştüğünü, tren yolunun bittiği noktada öteye beriye gidip geldiğini, kendi içinde kaybolduğunun farkında bile olmadığını unutmadım. Tanrıya isyan ederlerken Tanrıya sığındığımı unutmadım. Auschwitz'in başları koparılmış mavi ve beyaz kuşlar mabedi olduğunu düşündüğümü, unutmadım. Tren yolunun ikiye ayrıldığı noktada insan olmaktan korkmuş, aniden çok uzaklara savrulmuştum.



Auschwitz’den yeniden travma geçirmiş bir insan olarak döndüm. Bir daha Auschwitz’e ayak basmamaya yemin ettim.



Yine de gittim. 20. Yüzyılın insanlığa karşı işlenmiş en sistematik suçuna, boyun eğmek, istemedim. Bu kez yalnız değildim. Oraya 2006 yılında gittiğimde, yanımda, dede ve nenelerinin hayatları orada sona ermiş Çingene arkadaşlarım verdı. Dedeleri ve neneleri suça batmış Alman arkadaşlarım vardı. Büyük dedesi İzmir kökenli, ataları Auschwitz’de can vermiş Yunanistanlı arkadaşlarım vardı. Babasının arzusu üzerine Auschwitz’de namaz kılan Adanalı bir arkadaşım, dinsiz olmasına rağmen ona eşlik eden İzmirli bir delikanlı vardı.



Holocaust’tan hayatta kalmış olanların kurduğu ülkeyi, İsrail’i iki kez ziyeret ettim. Olumlu ve olumsuz izlenimlere döndüm ordan. Ama Ahmedinejat gibi iki de bir İsrail’i haritadan silme tehditlerine,  anti semit argümanlara, İsrail’in aptalca politikalarını gerekçe göstererek varlık hakkını, tanımayanlara tahammül edemediğimi farkettim.



Türkiye Cumhuriye’nin varlık hakkı, onu yıkmaya çalışan radikal örgütler de dahil, sorgulanmazken, İsrail’in varolma hakkını Türkçe yadsımak çok kolaydır. İsrail de pek çok ulus devlet gibi kanla kurulduğu ileri sürülerek gerekçelendirilir bu ama, Türkiye Cumhuriyeti’nin Hırıstiyanların kökünü kazıyarak, etnik olarak nufüsün çoğunluğunu oluşturan Kürtler katledilip inkar edilerek kurulduğu unutulur. Kurulduğundan beri savaş içinde olan, çevresi onun varlığını yadsıyan Arap ülkeleriyle çevrili İsrail’de sivil hedeflere saldırmayı açıkça reddeden subaylar çıkmışken, Kürtlerle savaşta bu tutumu gösteren daha tek bir subay daha çıkmadığı gibi, PKK’nin iade ettiği askerlerine “vatan haini” muamelesi layık görülmesi de normal karşılandı.



Auschwitz’den ne öğrendin diye soran olursa, vereceğim cevabı biliyorum artık:



Orası bana Ermeni-Süryani Soykırımını ve Kürt Kimliğini inkar ederek hiçbir yere varamayacağımızı öğretti. İnsanlığa karşı işlenmiş suçlara, kime yönelirse yönelsin, karşı çıkmayı öğretti. Doğduğum ülkede inkar edilen Kürterin varlığını gerçek anlamda bilince çıkarmama yardımcı oldu. Bir Türk olarak “Kürtlere Özgürlük” şiarının gerçek anlamını öğretti.



 



[1] Guttstadt, Corry: Die Türkei, die Juden und der Holocaust. Assoziation A, Berlin - Hamburg 2008, s 317, 318



[2] Age. s 172



[3] "Die Wannsee Konferenz und der Völkermord an den europäischen Juden, Berlin 2006, s.110



[4] Semprun Jorge: Büyük Yolculuk, Çeviren Nedim Gürsel, Can yayınları, 1985



[5] Orjinal adı: Escape from Sobibor (Regie: Jack Gold, 1987)



[6] Blatt, Thomas, Nur die Schatten bleiben. Der Aufstand im Vernichtungslager Sobibor, Aufbau Taschenbuch-Verlag, Berlin



[7] Werfel, Franz: Musa Dağ'da: Kırk Gün, Belge yayınları, Die vierzig Tage des Musa Dagh, Fischer, Frankfurt; Auflage: 17, 1990



[8]  Marcel Reich-Ranicki: Mein Leben, Deutsche dtv, München 2000