Çok basit –ama yakıcı- bir tespitle başlayalım: Türkçe konuşulan bir evde büyüyen bir çocuğun, Kürtçe konuşulan bir evde büyüyen çocuğa kıyasla Türkiye’de kendini gerçekleştirme şansı çok daha fazladır. Bu tespitin en az kendisi kadar, nedeni de basit: Bu ülkenin bütün kurumsal yapısı ve geniş anlamıyla kültürel pratikleri Türkçe tarafından belirlenir. Adaletsizlik, bu değilse başka ne olabilir?

“Dil hakları” meselesi, ahlak felsefesinde süregiden tartışmanın da nesnesi… Okuyacağınız yazı, esas olarak Kanada’lı felsefeci Will Kymlicka’nın Multicultural Citizenship (Çokkültürlü Yurttaşlık) kitabıyla bu tartışmaya yaptığı çok önemsediğim katkısına dayanıyor.

Bireyler, kültürleri içinden kendilerini gerçekleştirirler. Bir kültür içinde var olmak, liberallerin sandığı gibi baskıcı olmak zorunda değildir. Elbette baskıcı, bireye özerk bir alan bırakmayan kültürler vardır. Ama bunların i) yeryüzünde son derece az olduğunu ve ii) bugün liberal olarak düşündüğümüz birçok kültürün de geçmişinin son derece otoriter olduğunu gözden uzak tutmamamız gerekiyor. Kültürlerin değişmeyeceğini öne sürmek Avrupa-merkezci değilse bile, tarih-dışı bir iddia olacaktır.

Toplumsal bir varlık olarak insan, ancak toplumsal kültürün içinden dünyayı kavrayabilir. O kültürün kendisine sunduğu seçenekleri değerlendirir. O kültürün imkanları içerisinden diğer kültürlerin unsurlarıyla temasa geçer ve o unsurların kimilerini kendi kültürüne alır ve elbette bu süreç içinde alışverişe geçtiği diğer kültürü de dönüştürür. Milliyetçiler, tarihi istedikleri kadar temel özellikleri ezelden ebede değişmeyen bir milletin tarihi olarak yazmaya çalışsınlar, kültürler arası etkileşim ve dönüşüm, insanlık tarihinin ayrılmaz parçasıdır. Fakat kültürler-arası etkileşim ve dönüşümün varlığı, herhangi bir toplumsal kültürün başlı başına bir değer olduğu ve korunması gerektiği gerçeğini değiştirmez. Son tahlilde etkileşime girebilmemiz için de bir kültürün içinden gelmemiz gerekiyor. Hiçbirimiz anlam dünyalarımızı Robinson Cruose olarak kurmuyoruz, kuramayız.

İşte anadil sorunu tam da burada ortaya çıkıyor. “İyi” bir yaşam kurma yolunda bireyin önündeki seçenekleri var kılan, onları anlamlandıran ortam, ancak ortak bir dile dayalı toplumsal pratiklerce belirlenirler. Belirli bir seçeneğin veya eylem hattının bizim için anlamlı olup olmadığını değerlendirirken başvuracağımız temel referanslarımız tarihimiz, geleneklerimiz ve alışkanlıklarımız tarafından belirlenen dilimizdir. Toplumsal kültürünü, bir anlatıya dönüştürme hakkı ellerinden alınmış olan insanların, aslında seçenekler içinden kendilerince anlamlı bir bütün oluşturacakları bir hayat kurma hakları ellerinden alınmış demektir. Başka bir deyişle kültürler, sadece kendi başlarına değerli değildirler; insanların kendilerine anlamlı gelecek bir hayatı kurabilmeleri için de yaşamsaldırlar. Elbette hepimiz kendi kültürümüzü sorgulayabiliriz, sorguluyoruz da… Fakat bu durum, insanların esas olarak toplumlarını ve kültürlerini olumladıkları gerçeğini değiştirmez. Kendi kültürünü ve toplumunu toptan reddetmenin de patolojik bir hal olduğunu biliriz.

Eğer toplumsal kültür bu kertede önemliyse, onu yaşatma ve geliştirme hakkından yoksun bırakılmış gruplar büyük bir adaletsizliğe maruz bırakılmışlar demektir. Bir kültürün hayatiyetini devam ettirebilmesi ve derinleşebilmesi ise o kültür dilinin –özellikle modern dönemde- kurumsal yapıya nüfuz edebilmesiyle mümkündür. Eğitim başta olmak üzere, adalet hizmetlerinin, sağlık hizmetlerinin ve yerel düzeydeki karar mekanizmalarının dili olmaktan çıkartılmış bir dil, toplumsal kültürün taşıyıcısı olmaktan da çıkartılmış bir dildir.

Anadilini her düzeyde deneyimlemekten mahrum bırakılmış bir bireyin karşı karşıya kaldığı adaletsizliğin arkasında yatan ana neden de budur. Belirli bir yerelde çoğunluğu oluşturan grupların kendi dillerini her düzeyde kullanarak toplumsal kültürlerini yaşatmaları ve derinleştirmeleri temel bir haktır; adaletin gereği olan bir haktır.

Bir azınlık grubunun kendi dilini her düzeyde kullanarak kültürünü yaşatması farklı bir açıdan da savunulabilir elbette. Örneğin, farklı kültürlerin bir arada yaşaması o toplum için başlı başına bir zenginliktir denebilir. Doğrudur. Böyle bir toplumun bireylerinin, bu farklı kültürlerin çeşitli öğelerinden gönüllerince yararlanabilmeleri ve yaşamlarını zenginleştirmeleri mümkün hale gelir.

Fakat şu ana kadar ima etmeye çalıştığım gibi bu hakkın başka türlü temellendirilmesi gerekiyor. Zira şunu tahmin etmek zor olmasa gerek: Belirli bir yerellikte çoğunluk olan grubun anadilinin her düzeyde hakim dil olması, elbette o dili konuşmayan kişiler için –örneğin toplumun çoğunluğunun konuştuğu dili konuşanlar için- bir maliyet unsuru olacaktır. Eğitimden adalet hizmetlerine, belediye hizmetlerinden sağlığa kadar bir dizi alanda ulusal çoğunluğun dilini konuşanlar, -mutlak olarak olmasa da- eskisine göre daha kötü bir durumda olacaklardır. Bu nedenle azınlık grubunun ana dil hakkı, çoğunluk grubuna mensup kişiler tarafından savunulmayabilir.

 İşte tam da bu nedenle anadil hakkının “bir arada yaşamın zenginliği” argümanından daha güçlü bir temele ihtiyacı vardır. O temel, adalettir! Grupların anadillerini kullanabilmeleri esas olarak adalet ilkesinin zorunlu bir sonucudur. Bu hakları, adaletin bir gereği olarak savunmak zorundayız. O grupların modern dönemde toplumsal kültürlerini devam ettirebilmelerinin ve zenginleştirebilmelerinin yegane koşulu, anadillerini toplumsal pratiklerinde ve kurumsal yapılarında deneyimleyebilmelerinden geçer.

Burada söz konusu olan grubun ulusal bir azınlık grubu olduğu açıktır. Öte yandan, kimlik ve/veya dil hakkı talepleri elbette sadece ulusal azınlık gruplarından gelmez. Göçmenler ya da belirli bir alanda yoğunlaşmamış etnik ve kültür gruplarının da meşru hak talepleri vardır. Fakat bu talepler, kendini yönetme taleplerinden ziyade, çoğunluğun kültürüne -eşit bir unsur olarak- entegrasyon talepleridir. Amerika’daki göçmen topluluklarının (İtalyan, İrlandalı, Meksikalı vd.) temel talebi entegrasyon kanallarının açık olmasıdır. Bu topluluklar, kendi kendilerini yönetmekten çok, kendi kültürlerini yitirmeksizin ulusal kültürle etkileşime geçmek için uğraş verirler.

Temel talepleri bağlamında bu tip etnik azınlıkların, ulusal azınlıklardan önemli farklılıkları olmakla birlikte bu durum, o gruplara da “adalet” ilkesinin uygulanmasında bir farklılık arz etmez. Bu gruplar da en az ulusal azınlık grupları kadar kültürlerini yaşatma ve derinleştirme haklarına sahiptirler. Adalet ilkesi, bu azınlık gruplarının etnik örgütlenmelerinin kolaylaştırılması, dergilerinin rahatça basılabilmesi, dil kurslarının açılabilmesi, festivallerinin özgürce düzenlenebilmesi, sanat ürünlerinin sergilenebilmesi, hatta talep oluştuğunda müzelerinin kurulabilmesi gibi alanlarda kamunun destekçi olmasını zorunlu kılar. En başından beri söylediğim nedenle: Birey, ancak belirli bir kültürün içinden kendine anlamlı bir hayat seçeneği yaratabilir veya diğer kültür gruplarıyla etkileşime geçebilir. Bu yönüyle, söz konusu etnik haklar ve dil hakları, ayrışma iradesini değil, bir arada yaşama iradesini güçlendirecektir. Ayrılıkçı fikirleri güçlendirecek esas dinamik tam da bu bireylerin varoluşsal haklarını – veya aynı anlama gelmek üzere- farklı bir kültür olarak “tanınma” taleplerini inkar siyasetleridir.

Türkiye’de yeni bir sol zihniyeti oluşturmaya çalıştığımız günlerdeyiz. Bu zihniyetin “kimlik” ve “sınıfi” meselelerini eşit önemde tutması, birini diğerine indirgememesi gerektiğini hep vurguluyoruz. Bu yazıda anadil meselesi üzerinden göstermeyi umduğum gibi, “kimlik” talepleri –en az sınıfsal talepler- kadar varoluşa ilişkindir. İnsanların varoluşsal kaygılarını azımsayan hiçbir siyasetin –hele de bizimki gibi bu kaygıların tarihsel kökenlerinin hala canlı olduğu bir toplumda- karşılığı olmayacaktır.