“Kral, altın maskesini yukarı kaldırdı ve kara tahtının üzerinde ayakta, kargaşa ve yalvarmalar arasında, maskenin yanlarındaki küçük çengelleri, acıyla bağırarak gözlerine soktu; gözlerinin önüne son bir kez kızıl bir aydınlık yayıldı ve yüzüne, ellerine, tahtın koyu renk basamaklarına sel gibi kan aktı. Üzerindeki giysileri yırttı, basamakları sendeleyerek indi ve dehşetten nutku tutulmuş muhafızları el yordamıyla iterek gecenin içinde tek başına yürüyüp gitti.”

Yukarıdaki paragraf Sofokles’in Kral Oedipus yapıtından ya da başka bir yunan tragedyasından alınmış değil. 20. Yüzyılın başında yaşamını yitiren Fransız yazar Marcel Schwob’un ‘Altın Maskeli Kral’ adlı öyküsünden bir pasaj. Yunan tragedyalarına hayran olan Schwob’un, yunan tragedyalarını aratmayan yapıtların 20. Yüzyılda ve belki de daha nice yüzyıllarda yazılabileceğini kanıtladı kanımca, en azından ben böyle okudum. İtiraf etmeliyim ki yazarın adını ilk defa altı ya da yedi yıl kadar önce Borges’in yapıtlarını karıştırırken (Borges, yazarın ‘Düşsel Yaşamlar’ adlı biyografik eserinden etkilenmiştir) fark etmiştim. Beğendiği yazarların etkilendiği yazarları da okuyup tanımak isteyen her okur gibi bu adın peşine düştüm. 2010’da bazı eserlerinin bir araya getirildiği (daha önce çevirileri yapılmış olsa da ne kitapçılar da ne de internet yoluyla gezindiğim sahaflar da bulamadım) Aykut Derman’ın çevirdiği Yapı Kredi’nin Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi’nde ‘Üç Roman’ adıyla çıkan kitabını okuma şansını yakalayabildim ancak (bu alıntılar da zaten ordan).

Gelelim, Altın Maskeli Kral’a:

Cüzamı atalarından miras alan kralın, soyundaki diğer krallar gibi yüzünü altın maskeyle örtmektedir. Aynı zamanda sarayda yaşayan herkesin yüzü de bir maskeyle örtülüdür. Günün birinde kör bir dilenci, maskesiz bir halde, kralın huzuruna kabul edilmek ister. Sarayının dışındaki maskesiz dünyadan uzak kalmış olan kralın (tuhaf bir şekilde bana Siddhartha hikâyesini anımsattı) dilenciye cevabı serttir: “Ben rahiplerimle, soytarılarımla ve karılarımla toplandığım saatte, beni rahatsız etmeye cüret eden kim?..” Ve burada kör dilenciyi maskesiz gören kralın soytarısının sözü şaşırtıcıdır: “Ey dilenci, ben şimdiye kadar senin gibisini hiç görmedim; kuşku yok ki sen altın maskeli kraldan daha kralsın, çünkü bakmanın yasak olduğu yüzünü gösteriyorsun bize.”

Yüzün estetiğini görmenin bu kadar tehlike arz ettiği bir dünyada; insanın görünen yüzüyle görünmeyen yüzü arasındaki korkunç uçurumun bu denli güzel anlatıldığı benzeri bir öykü yoktur herhalde. Devam edelim:

Dilenci; “Bu salonda kadınların olduğunu biliyorum; bunu, onların yumuşak ellerini omuzları üzerinde gezdirmelerinden anlıyorum ve burada soytarılar var, gülüşmeler duyuyorum ve rahipler var, çünkü onlar aralarında ciddiyetle fısıldaşıyorlar… Şu sol yanımda olanlar soytarılar, onların güldüğünü duyuyorum; sağ yanımda olanlar da rahipler, onların ağladığını duyuyorum ve kadınların yüz kaslarının buruştuğunu algılıyorum.”

Yanılmadığından emin olan kral: “Yalan söylüyorsun, yabancı adam, oysa gülen de ağlayan da yüzünü buruşturan da sensin, çünkü senin hareketsiz kalamayan korkunç yüzün, bir şeyleri gizleyebilmek için hareketli yaratılmış. Soytarı olarak adlandırdığın kişiler benim rahiplerim; rahip olarak adlandırdıkların da soytarılarım. Ve sen, söylediğin her sözle buruşan bu yüzünle nasıl oluyor da benim güzellikleri değişmez karılarım hakkında yargıya varabiliyorsun?”

Ve kuşkular yılan gibi sürünerek kalbine doğru ilerler, kralın.

Anatole France’a tarafından ‘Dehşetin Prensi’ diye anıldığını okuyorum aynı kitabın tanıtım yazısında.

İktidar, var oluş ve acıma üzerine yazılmış nefis bir öyküdür: ‘Altın Maskeli Kral.’

Marcel Schwob henüz otuz sekiz yaşındayken yaşamını yitirir. O benim içinde ‘Dehşetin Prensi’nin ta kendisi.  Dünyada yeteri kadar tanınıyor mu bu gün, bilmiyorum, ama benim gibi okurları her zaman olacağından hiç kuşkum yok.