Sabah TV ekranlarına yansıyan haberlerle birlikte siyasi tansiyon yeniden yükselişe geçti. Bir gazeteci, Başbakan Erdoğan’la Genelkurmay Başkanı Koşaner’in buluşmasını şöyle değerlendiriyordu: “Şimdi bu görüşmenin ardından generaller tahliye edilse ‘Başbakan emir verdi’ denecek. Tahliye edilmese ‘Genelkurmay Başkanı’nı kimse dinlemiyor’ değerlendirmesi yapılacak. Nereden baksan tutarsızlık.”
Emekli Orgeneral Çetin Doğan’ı izledim sabah haberlerinde. Davanın uydurma olduğunu söyleyen Doğan, tutuklamaya itiraz talepleri de kabul edilmezse, artık hukuki bir girişimde bulunmayacaklarını ifade etti. Davanın siyasi olduğunu dile getirdi.
Genel olarak, ‘TSK’nın toptan hedef alındığı’ değerlendirmelerinin yaygınlaştığını görüyoruz. Binlerce sayfalık iddianameler, bir o kadarlık ekler nedeniyle Balyoz davasına teknik olarak hâkim olabilmek, objektif bir hukuki değerlendirme yapmak son derece zor.
Bununla birlikte, Balyoz davası, hukuki boyutundan çok, siyasi boyutuyla ilgi gören ve siyasi boyutuyla analiz gerektiren bir dava. TSK ve özellikle onun üst kademesinin, siyaset ve devlet üzerindeki tartışmasız etkinliğini gerçekten yitirdiği, seçilmişlerin atanmışlarla olan hiyerarşik ilişkilerinin tamamen yeniden tanımlandığı bir sürecin içindeyiz. 

‘Kâğıttan kaplan’ değerlendirmesi
Tutuklanan askerlerin ailelerinin adliye önünde gösteri yaptıktan sonra Harbiye Orduevi’ne gidip Koşaner’e “Ne duruyorsun, sesini çıkarsana” anlamına gelecek sözler söyledikleri anlaşılıyor. Örneğin, birinin, “Süheyl Batum haklıymış, gerçekten bunlar ‘kâğıttan kaplan’mış” ifadesini kullanması da ilginç bir detay.
Bir sivil mahkemenin ‘darbe’ iddiasıyla onlarca generali, subayı yargılıyor olabilmesinin ne kadar büyük bir dönüşümü ifade ettiğini belirtmeye bile gerek yok. Türkiye’nin bir ‘asker toplumu’ndan bir ‘hukuk toplumu’na dönüşme şansından bile söz etmek artık mümkün.
Yargının yakın tarihteki performansının parlak olmadığı açık. Askeri darbeler döneminde, faili meçhul cinayetler döneminde, hatta normal dönemlerde bile yargının hukuktan ziyade ‘despotik devlet’e hizmet eden bir imajı oldu. Yargı özellikle de ‘ortalama vatandaş’ tarafından güvenilir bir kurum olarak algılanmayı başaramadı. 

Askerin siyasetten çekilmesi sürüyor
Ülkenin Başbakanı’nın da bir ‘yargı mağduru’ olduğunu hatırlatalım. 28 Şubat’ın darbeci havası içinde görüşleri nedeniyle tutuklanmış ve siyasete dönebilmek uğruna büyük zorluklara katlanmıştı.
28 Şubat döneminin etkin gücü TSK’nın komutanı, geçmişin yargı mağduru Başbakan’a yargıyı şikâyet için gidebiliyor. Daha önce yargı mağduru olmuş kesimler ‘durun bakalım’ tavrına girerken; darbe destekçilerinin, darbe ve vesayet dönemlerinde yargı müdahalesini savunanların şimdi ‘yargıya güvenilmez’ ruh hali içinde olduklarını görüyoruz. Çeşitli açılardan sorgulanabilecek olan bu tarihsel ve toplumsal ‘rol değişimi’nin ülkeyi kültürel olarak yeniden şekillendirmeye başladığı açık.
Balyoz davası, hem hukuki hem de siyasi boyutuyla, ‘darbeler dönemi’nin aşılması ve militarizmin siyaset sahnesinden çekilmesi için tayin edici nitelikte olmanın da ötesinde anlamlar ifade ediyor. Darbeleri ve militarizmi çok büyük oranda aştığını gördüğümüz Türkiye’nin ‘demokrasiyi arama macerası’nın sonraki etaplarını birlikte göreceğiz.
Bu Siyasi Partiler Kanunu’yla, bu Seçim Kanunu’yla, TCK’daki düşünceyi hedef alan 301. madde gibi düzenlemelerle, hâlâ Kürtçeyi tehlike olarak görebilen siyasi anlayışla Türkiye demokrasisinin özlenen standartlara ulaşmasından söz etmek hâlâ zor. ‘Normalleşme yolculuğu’nun en önemli boyutunu oluşturan ‘askerin siyasetten tamamen çekilmesi süreci’ bile hâlâ tamamlanmış değil.
Tüm eksikliklere rağmen Türkiye kendi iç dinamikleriyle kendini yeniden şekillendirmeyi sürdürecek.