2015’te Ermeni Soykırımı Suçuyla Yüzleşilmesi, Kürt Sorununda Kokuşmuş Uzlaşma Değil Sıhhatli Uzlaşma Yolunda Ciddi Adımlar Atılması, Genel Seçimlerde Nasyonal Olmayan Tüm Solun HDP Etrafında Kenetlenmesi Dileğiyle.

Aralık ayının son günü. Her son Aralık günü gibi hüznün, elemin tsunamisi  beni sarmalar. Eylül aşkın ve hüznün ayıdır. Ama Aralık sadece hüznün ayı gibi. 2014’te ihlallerin tavan yaptığı bir yıl oldu. Trajikomik bir gerçekliğimiz var. Kendimizin ve dışımızdaki gerçekliğin varlığına zerre kadar da olsa vakıf olduğumuz günden bu yana hep Aralık’ın son gününde “ne kötü bir yıldı” diyoruz. Bunu bize dedirten egemenler utansın. Kuşkusuz özel yaşamımızdaki bazı pırıltılı anların olduğu yıllarda Aralık ayına kısmen de olsa torpil geçtiğimiz de olur. Hele hele o yıl büyük bir tutku yaşamışsak, daha da ötesi bu tutku karşılıklı bir heyecan fırtınasına dönüşmüşse. O yıl biraz da olsa karanlıklar içinde yıldız gibi ışıldar. Tersi de olur. Derin tutkumuz karşılıksızlığın cehennemi yangınında mecalsiz kalmışsa o yıl bir zindan yılı gibi gelir, yaşamımıza oturur.

2014 IŞİD dinci faşizminin Orta Doğu’yu cehenneme döndürdüğü bir yıl oldu. Yine 2014 bu cehennemin tetikçisi IŞİD’i destekleyen AKP iktidarının polis devleti yasalarını ardı ardına bize dayattığı yıl oldu. Vahşi kapitalizmin işçi cinayetleri, kadın cinayetleri, ekolojik toplumsal estetik mal varlığımıza hunharca saldırdığı bir yıl oldu.

Kuşkusuz 2014’te gerek coğrafyamızda gerekse dünyada az da olsa özgürlük ışıltıları da yaşandı. Kürt halkının efsanevi Kobani direnişi insanlığa bir özgürlük dersiydi. Katalanya halkının, İngiliz uluslar topluluğundaki halkların kendi kaderini tayin hakkının ete kemiğe bürünmesi yönündeki hamleleri de doğrudan demokrasi özlemleri açısından kıvanç vericiydi. Daha da ötesi Katalanya’da, Rojava’da, Nepal’de, Zapatistaların bölgelerinde, Latin Amerika’nın bazı bölgelerinde klasik burjuva hukukunun ve baskıcı hukuk sistemlerinin can çekişmeye başlaması ve anarko-komünal, doğrudan demokrasiye evrilen bir hukukun ayak seslerinin duyulması heyecan vericiydi.

Biraz kendi kendimizi de şımartalım. Hukuk dünyasında ilk kez tüm gerçekleri yalın ve somut dillendiren, doğrudan demokrasiyi savunan, alternatif hukuk arayışlarını aralamaya çalışan ‘Özgürlükçü Demokrat Avukatlar’ grubunun ortaya çıkışı da hukuk platformları açısından yeni bir umut tohumu oldu.

GERÇEK ANLAMDA BİR MÜZAKERE OLACAK MI?

2015 gerek dünyada gerekse coğrafyamızda önemli olaylara ve gelişmelere gebe bir yıl. Heyecan dolu bir yıl olacak. Kürt sorununda sıhhatli bir uzlaşmanın temelleri atılacak mı? 2014’te temastan, diyaloğa geçildi gibi.  Diyalog aşaması müzakerenin müzakeresidir. Müzakerenin çerçevesinin çizilmesidir. 2015’te gerçek anlamda bir müzakere olacak mı? Göreceğiz. Anemik uzlaşma, kokuşmuş uzlaşma yerine sıhhatli uzlaşmaya ihtiyaç var. Güçlü olan ve dünden bu yana zulmetmiş olanın karşıyı anlayacağı, empati yapabileceği; dillerin ve halkların hak eşitliği temelinde bir uzlaşmaya ihtiyaç var. Sıhhatli uzlaşmada en önemli şey karşıyı ve kendini tanımadır. Düşmanlığı ortadan kaldıracak uzlaşma, sürtüşmeyi azaltarak uyumu arttıracak uzlaşma. Bir duruşmada kazanabilecek olsanız bile, rakibinize talebinin geçerliliğini ve meşruluğunu tanıdığınızı gösterecek bir uzlaşma.

SOYKIRIMLA YÜZLEŞEBİLECEK MİYİZ?

2015 Nisan’ı Ermeni soykırımının 100. yılı. Her türden milliyetçiler, ırkçılar yine salyalarını akıtacaklar. “İsyan vardı veya düşmanla işbirliği yaptılar veya onlar katlettiler veya karşılıklı oldu” gibi utanmazca yalanlarını süslemeye çalışacaklar. Ama artık dünya alem biliyor ki mızrak çuvala sığmıyor. Soykırım kavramı ilk kez Polonya’lı hukukçu Raphael Lemkin tarafından 1943 yılında Yahudi’lere yönelik holocaust uygulamasının daha önceki imha ve katliamlardan farklılığını sergilemek amacıyla oluşturulmuş ve ilk kez yine Lemkin tarafından kitabında kullanmıştır. Kavram Yunanca “genos” (ırk, aşiret, kabile) ile Latince “Cide” (öldürmek) sözcüğünün birleşiminden oluşmuştur. Soykırım suçu 1948 tarihli “BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” ile tanımlanmıştır. Buna göre soykırım; “ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle, a-) Grup üyelerini öldürmek, b-) Grup üyelerinin fizik ya da akıl bütünlüğünün zedelenmesi, c-) Grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması, d-) Grup içinde doğumları önleyecek önlemler alınması, e-) Bir grup çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi eylemlerinin her hangi birine başvurulmasını” kapsamı içine alır.

Lemkin BM soykırım sözleşmesinin hazırlanmasında ve yazılmasında da önemli görevler üstlenmiş, siyasal ve kültürel içerikli kıyımların da sözleşme kapsamı içine alınması için ısrarla çalışmış ama bunu ne yazık ki sağlayamamıştır. Nürnberg statüsünde kavram kullanılmış, ancak ‘insanlığa karşı işlenmiş suçlar’ kapsamında değerlendirilmiştir. Roma Statüsünde soykırım suçu özel olarak düzenlenmiş, Nürnberg statüsünden farklı olarak bu suçlar için özel kast aramaya gerek olmadığı, genel kastın yeterli olduğu belirtilmiştir. TCK maalesef Roma statüsünü değil Nürnberg statüsünü temel almış; suçun işlenmesi için bir planın icrası şartını koymuştur. BM ‘soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırılmasına ilişkin sözleşme’ye göre Roboski Katliamı da Dersim Katliamı da bir soykırımdır. Yani sadece Ermeni katliamı değil, bu işaret ettiğimiz katliamlarda, yine Asuri’lere, Süryani’lere yapılan zulümlerde birer soykırım suçlarıdır. Türkiye Roma statüsünü temel alan Uluslararası  Ceza Mahkemesine taraf olmaktan kaçınarak suçlarını örtmeye çalışmakta, kendi kendisiyle yüzleşmek istememektedir. Türkiye bu tür suçlarda zamanaşımının olamayacağını, ayrıca suç ve cezanın geriye yürümezliği ilkesinin istisnasını  oluşturan yani bu tür suçlarda yasal düzenleme daha sonra yapılsa bile cezalandırmanın geriye doğruda yürüyeceğini norm haline getiren 1968 BM anlaşmasını ve yine bu yöndeki 1974 Avrupa Sözleşmesini kabul etmelidir. Roma statüsüne dayalı uluslararası ceza mahkemesinin yetkisini bir an önce tanımalıdır. İnsan hakları kurumları ve özgürlükçü hukukçular 2015 yılında bu yöndeki talepleri bir kampanyaya dönüştürmelidir. Bu tür suçlarla toplumsal bellek diri tutularak, devlet olarak yüzleşmenin gerçekleşmesi çabası hızlandırılmalıdır. Sözleşmenin 66. yılında Erivan’da geçtiğimiz günlerde soykırımla ilgili  Erivan meclisinde uluslararası bir toplantı düzenlendi. Bu toplantıda İsrail’e de Ermeni soykırımının tanınması çağrısı yapıldı. Toplantıya Uruguay devlet başkanı yardımcısı da katıldı. Bilindiği gibi Uruguay Ermeni soykırımını tanıyan ilk ülkelerdendir. Toplantıda Türkiye’ye de  çağrı yapılarak Türkiye’nin Ermeni, Süryani, Asuri soykırımını tanıması, özür dilemesi, yerleşim alanlarına doğal isimlerinin iadesi, topraklarından koparak Türkiye’den gitmek zorunda kalanlara istedikleri takdirde vatandaşlık verilmesi, maddi ve manevi zararın tazmin edilmesi, mümkün olduğunca toprakların ve yerleşim alanlarının iadesi, toplumsal belleğin diri tutulması için kurbanlar ve mağdurlarla ilgili anıt ve müzeler yapılması, sınır kapılarının açılması çağrısı yapıldı. İnsan hakları Ulusalüstü hukukuna sadık tüm kişi ve kurumların bu taleplerin karşılık görmesi için 2015’de gayret göstermesi halkların dostluğu ve kaynaşması için elzemdir.

BU SEÇİMDEN BAŞARILI ÇIKMALIYIZ

2015 aynı zamanda genel seçim yılı. Dinci faşizm yolunda hızla ilerleyen AKP iktidarına karşı tek ciddi seçeneğin HDP olduğu açık. Bu seçimden behemahal başarılı çıkmalıyız. Nasyonal sol hariç, solun her türlü rengi HDP rengi etrafında bir seçim bloğu için elini vicdanına atarak, akıl ile, bilim ile, coşku ile ayaklanmalıdır. Net ve anlaşılır, doğrudan demokrasiye evrilen özgürlükçü ve toplumcu hedeflerle isabetli belirlemelerle bir özgürlük fırtınasını sandıklara taşımalıyız.

2015’de savaş mağdurlarına, mültecilere, vatansızlara, şu veya bu saikle ötekileştirilenlere daha çok sahip çıkmalıyız. Antalya valisi gibi şovenist, ırkçı idareci ve uygulamalarına karşı daha gür sesimizi çıkarmalıyız. Amerika’da, Avrupa’da giderek tırmanan, Türkiye’de de iktidar tarafından körüklenen ırkçılığın, milliyetçiliğin, ulusalcılığın, şovenizmin insanlığa dayatılan bir zehir olduğunu haykırmalıyız.

Aslında senenin son yazısında edebi estetiğin seçkinlerinin şiir dizelerinden kısa alıntılar yapmak istiyordum. Ne var ki hali ahvalimiz buna fırsat vermiyor. 30 Aralık gece vakti ofiste şiir antolojisini bir kez daha karıştırdım. Geçmişteki şiir vurgunluğum depreşmişti. Esas alanı edebiyatın diğer kolları olan değerli yazarların yazdıkları çok güzel şiirlerde var. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Aziz Nesin’in vs. Orhan Kemal’de yazmış ama. Nazım’a göstermiş. Nazım, ‘bok gibi’ demiş. ‘sen şiir yazma, roman ve hikaye yaz’ demiş. Böylelikle büyük romancı Orhan Kemal roman yolunda parlayan bir yıldız olmuş. Kuşkusuz esas yönleri şiir olmayanların şiirleri güzel olmasına rağmen; bir Garcia Lorca’nın, Nazım Hikmet’in, Petöfi’nin, William Shakespeare tadını vermiyor. Keşke Nazım Hikmet’in dili eril olmaktan da arınsaydı. Keşke azınlıklar ve etnik sorunlara biraz daha gözü, kulağı açık olsaydı. Kürtler üzerindeki zulmü, Ermenilerin, Asurilerin, Süryanilerin yaşadığı korkunç felaketleri şiirlerinde dile getirseydi.

Yeni yıla karla giriyoruz. Karlı hava sevilmez mi? Yeni yılın yağan karlar gibi bembeyaz, beyaza yakın; toplumsal, bireysel güzellikleri her türlü engel ve kirlere rağmen yağdırması dileğiyle, eğilmeyerek, erdemli nihai özgürlük mücadelemizin hiç bitmeyecek coşkusuyla yeni yıla umutla girelim.